100 YILIN ANALİZİ “Türkiye Yüzyılı”na mı; yoksa tekrar “Vesayet Çukuru”na mı?

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunu ve ilk yüz yılını; belgeler ışığında değerlendirelim ve gelinen noktadan, "Türkiye Yüzyılı" olarak plânlanan ikinci yüz yılın nasıl göründüğüne bakalım.

Geçen yüzyılda askerî işgaller sürdürülemez hale gelince emperyalistler, "uzaktan sömürü" diyebileceğimiz "vesayet işgali"ne dümen kırmıştı. Aslında Osmanlı Devleti'ni de, I. Dünya Savaşı değil; öncesindeki "vesayet işgali" yıkmıştı!

Peki Osmanlı ile beraber; Türklere yönelik vesayet ablukası da bitmiş midir?

Bakalım...

Ocak 1919... Türklerin, "Osmanlı'nın Gazzesi" diyebileceğimiz Anadolu'ya hapsedildiği günlerdi. Mark Sykes ve Balfour gibi tanıdık(!) isimlerden oluşan İngiliz Şark Komitesi, Türklerin geleceğine karar vermek için toplanmıştı! Üyeler, "Bizi yüzyıllardır uğraştırıyorlar, fırsat bulmuşken Orta Asya'ya sürelim" diyordu. Komite başkanı George Curzon ise, "Bunu yaparsak, sonrasında Anadolu'da olacakları öngöremeyiz, Türklerin tehdit gücünü kıralım; Batı'ya bende kılalım" istiyordu![1]

Devlet politikası haline getirilen bu hedefe nasıl ulaşılacağını ise; 18 Nisan 1919 tarihli makalesinde şöyle açıklıyordu:

"Hükûmet merkezi orada kaldığı sürece İstanbul, tüm Müslümanların yöneleceği eksen olacak ve yeni Türkiye de güçlü olmaya devam edecektir. Ama İstanbul'dan çıkarılan ve Hilafet'ten mahrum bırakılan Türkiye, İran veya Afganistan gibi; sıradan bir Asya devleti olacaktır."[2]

İngiltere Dışişleri Bakanı Curzon bu fikrini, Anadolu Hareketi'nin; Erzurum Kongresi sonrasında güçlenen isimlerinden Kazım Karabekir'e "farklı" iletmiş; "Krallığın imparatorluğun modası geçmiştir. Pahalı bir yönetim tarzı olan Saltanatı kaldırın, Cumhuriyet kurun. Ayrıca, Anadolu'daki bir hükümet daha serbest olacaktır" demişti![3]

Avrupa, Abdülhamid Han'ı devirmek için çok uğraşan Emmanuel Carasso'nun, "Türkler kendi haline bırakmaya gelmez" tavsiyesine uyarak, yeni kurulacak devleti kontrol altına almak istiyordu. Bunun için Lozan'da, "yeni Türkiye"nin sadece coğrafî haritasını değil, yol haritasını da belirlemiş; "Meşruiyet için medenîleşme (Batılılaşma) şarttır" rotası vermişlerdi!

Gerçekten Lozan'dan dönen İsmet Paşa da, "Derhal Ankara, hükümet merkezi olmalı ve Cumhuriyet ilan edilmeli. Böylece Hilafet'ten kurtulmak da kolaylaşır" demiş ve Ankara'nın başkent olmasını sağlamıştı! "Batı" yolundaki "son barikat" olan Hilafet de, İsmet Paşa'nın dediği gibi; başkentin Ankara olması sayesinde kolayca kaldırılmıştı![4]

Artık, bizim için "Batılılaşma", Batı için "uydulaşma" anlamı taşıyan "kıyafet ve zihniyet değişimi" başlayabilirdi. Anayasamızın 2. maddesinde, "Devletin dini, din-i İslâm'dır" yazıyordu ama medenîleşmek(!) için İslâm'a karşı savaş açılmıştı! Zira meşrulaşmak için her şey değişecek; millet Avrupaîleşecekti!

Bu değişikliklerin tamamı ise millet adına(!) yapılacaktı. Çünkü 3. maddede, "Hakimiyet, bila kaydu şart milletindir" deniyordu ama temsil ettiği milleti bırakın; vilayetini bile tanımayan; atanmış "vekil"ler, millet adına karar veriyordu!

EN KRİTİK YILLAR, GEREKSİZ İŞLER İÇİN HARCANMIŞTI!

Yeni devletin bu "garip" gündem sıralamasını kim yapmıştı?

Mustafa Kemal Paşa, 17 Şubat 1923'teki İzmir İktisat Kongresi'nde, "Siyasî ve askerî muzafferiyetler ne kadar büyük olsa da, iktisadî zaferlerle taçlandırılamazsa, payidar olamaz" demişti ama kalkınma seferberliği başlatması gereken devlet, 27 Ağustos 1925 günü Kastamonu'dan ilan edilen "yeni kıyafet"i yerleştirmek için seferber olmuştu! Reisicumhur bütün yetkilileri; "Nesiller değişinceye kadar sıkı tutmak lüzumludur" diye uyarmıştı![5]

Ayrıca, ağır bedellerle kazandığımız bağımsızlığı koruyabilmek için "yerli" tedbirler almak gerekiyordu. Bu konuda bir şey yapmayan devlet, "Haçlı silahıyla millî savunma olmaz" gerçeğini savaşta öğrenen gazi pilot Vecihi Bey'in kendi çabalarıyla ürettiği uçağa bile, "Denetleyecek elemanımız yok" gerekçesiyle uçuş sertifikası vermemişti! 6 yıl sonra yaptığı uçak için yine aynı cevabı alan Vecihi Bey şok olmuştu! Devlet, zorla "şapka kredisi" veriyor, uçak yapana ise "uğraşma" diyordu!

Oysa istikbal göklerdeydi! Nitekim vesayet bağları azıcık gevşediğinde, yeni "Vecihi Hürkuş"ların neler başardığı görülecekti!

İNGİLTERE TÜRKİYE'Yİ ABD'YE İPOTEK EDİYOR!

II. Dünya Savaşı'nda hırpalanan İngiltere, Haçlı Siyonist ittifakın yeni lideri olan Amerika'ya verdiği 21 Şubat 1947 tarihli nota ile Türkiye'ye yapılan yardımlara, 1 Nisan 1947 tarihi itibariyle son vereceğini bildirmiş, Türkiye'nin yalnız bırakılmamasını istemişti. Yani, Lozan ile başlattığı "Türkiye'yi medenîleştirme" görevini ABD'ye devretmişti![6]

Başkan Truman, 12 Mart günü ABD Kongresi'nde yaptığı konuşmada "'Bağımsızlığı, içeriden ve dışarıdan tehdit altında olan Türkiye, derhal desteklenmeli. Aksi taktirde Türkiye'de totaliter bir rejim oluşacak" demişti! Oysa Türkiye zaten CHP/İnönü diktatörlüğünün zirvesindeydi![7]

Kongre acil (22 Mayıs'ta) yetki vermişti, Türkiye'ye yardım yapılacaktı. Buna karşılık ABD'nin küçük(!) bir şartı vardı! "Uçak-silah yapmak gibi sıkıntılı işlerle uğraşmayın; biz onları da bedava veririz" diyorlardı!

Bu yardımseverlik(!), korkutacak kadar fazlaydı!

Nitekim 113 milyon dolarlık "yardım/kredi" için 12 Temmuz 1947'de imzalanan antlaşmaya göre Türkiye uçak ve silah yapmayacak, ABD; II. Dünya Savaşı artıklarından verecekti. 4. maddeye göre ise, bu askerî malzeme, "belirlenen gaye dışında kullanılamayacak"tı!

Gaflete bakın ki TBMM'de, bu maddeyi eleştirenlere cevap veren Dışişleri Bakanı Hasan Saka, "Amerika'nın, hiçbir devletin bağımsızlığına, 'yardım' yoluyla bir teşebbüsü yoktur" diyerek, süper sömürücüye kefil olmuştu![8]

Türkiye'yi yönetenler "sulh" rehavetine dalmıştı ama savaş hiç durmamıştı. Üstelik bu savaş, cephedekini mumla aratırdı. Geçmişte, Osmanlı'ya borç verebilmek için yıllarca uğraşan İngiltere, ancak Kırım Savaşı'na sokarak başarmıştı! Ama bu "yardım" ve "Batılılaşma" (Tanzimat) Osmanlı'nın sonu olmuştu!

Bundan ders almak yerine, "denize düşen yılana sarılır" hesabı, zaaf içindeki tek parti iktidarını sürdürmek için her yola başvuran İnönü, "zehirli" zokayı hiç düşünmeden yutmuştu. ABD'nin vesayet işgali daha da artacak, savunmadan eğitim sistemimize varıncaya kadar her şeyimize ipotek koyacaktı!

Nitekim sonraki hükümetlerin, faiziyle birlikte 30 yılda ödediği bu "Marshall Zokası" uğruna silah ve uçak üretimine son verilmişti. Hatta 50 savaş uçağı da "diri diri" gömülmüştü.[9]

Devletin yapmadığı veya devam ettiremediği uçak, silah ve mühimmat gibi kritik üretimleri, bizzat ülkenin cumhurbaşkanı engelliyordu. Bu kafanın Hava Kuvvetleri Komutanı (Org. M. Zeki Doğan), "yerli uçak" teklif eden Nuri Demirağ'a "Amerika bedava verirken sizden alırsam millet beni asar" diyordu! Acaba hangi milletten bahsediyordu?

Bu yardımların hatırına, THK-16 MEHMETÇİK isimli jet motorlu uçağın üretimine de son verilerek ABD'de yapımı "T-33" jet eğitim uçağı alınmıştı. O gün kendimizi feda uğruna desteklediğimiz üretici firma Lockheed, yoluna devam etmiş ve şimdi tepemizde Demokles kılıcı gibi uçurulan F-35'i üretmişti! Sadece bu bile vesayet işgalinin sonuçlarını anlamak için yeterliydi![10]

BİZİM SİLAHIMIZI BİZDEN İZİNSİZ KULLANAMZSINIZ!

Türkiye, "hibe" ambalajlı vesayet işgalinin ilk şokunu, 1964 yılında, Kıbrıslı kardeşlerimizi EOKA canilerinden "emanet silahlar"la korumaya kalkınca yaşamıştı!

1974'te resen yaptığımız Barış Harekatı üzerine ise, ambargo uygulamışlardı! Vatan, savunmasız kalmış; buna tepki için kapattığımız ABD üslerini ise, 12 Eylül darbecileri açmıştı!

Türkler, devletine sadakati kutsal bilmiş, muhteşem zaferlere hep bu sayede ulaşmıştı. O halde, Türklerin engellenmesi için, devletin; milletle sürekli didişmesi gerekiyordu! Hiçbir sebep yoksa, ilk yıllarda olduğu gibi millet; kıyafeti yüzünden devlete düşman edilmeliydi! 28 Şubat darbesi de zaten bu değil miydi?

Menderes, Özal gibi millî liderlerin başlattığı şahlanma teşebbüsleri, farklı yöntemlerle derhal durduruluyordu! Kök budak salan vesayet işgaline karşı koyan, kendisine; meçhul akıbetlerden akıbet seçmiş oluyordu!

Ancak, yıllar ilerledikçe milletin mağduriyeti de katlanıyordu. Haklı olmamız yetmiyordu, hakkınızı savunmak için güçlü de olmanız gerekiyordu. Düşmanın silahına güvenenlerin huzur ve güvenliği, düşmanın (olmayan) insafına kalıyordu! Başımıza sardıkları terör örgütü ile mücadelemizi, on yıllarca "insan hakkı" bahanesiyle engelleyen Haçlı Batı, Gazze'de de olduğu gibi kendinden olmayan mağdurları "insan" saymıyordu!

VESAYETE SAVAŞ AÇMAK, BAŞINA İŞ AÇMAKTI!

Her şey gibi siyaset müessesesini de felç etmişlerdi. Ülke, koalisyonlar batağında debeleniyordu. Tam bu "iflas" döneminde nöbeti devralan Tayyip Erdoğan, asıl problemin "vesayet işgali" olduğunu çok iyi biliyordu!

Erdoğan her şeye rağmen; "işgalciler"e yeni bir sayfa açmış, "kazan-kazan" ilişkisi için yoğun çaba sarf etmişti. Ama onların zihniyeti asla değişmemişti!

O halde, millet adına mücadeleden başka çare kalmamıştı...

Bunun tek yolu ise millet iradesini, yüz yıllık vesayet ipoteğinden kurtarmaktı. Bunun yolu da, çok çalışmak ve kalkınmaktı! Nitekim, geniş tabanlı bu mücadele, kısa sürede meyvelerini vermeye başlamıştı.

Emperyalist vesayetin en önemli silahlarından olan İMF'ye, 14 Mayıs 2013'te ödenen son taksit, yeni bir "Büyük Taarruz"dan daha büyük etki yapmıştı. Çünkü Türkiye aslında, 113 milyon dolarlık yardımla başlatılan "ekonomik işgal"i çöpe atmıştı!

Tehlikenin büyüklüğünü gören emperyalistler hemen karşı saldırıya geçmiş, "nefret" zinciriyle kenetledikleri binbir surat mankurtlarını sahaya sürmüşlerdi! Toplumsal darbeye dönüştürülen "Gezi Kalkışması", PKK'ya ihale edilen "Hendek Ayaklanması" ve diğerleri...

Kaybettikçe hırslanıyor; bütün tuşlara basıyorlardı!

Sonunda, 40 yıldır özenle besleyip büyüttükleri "kripto" güçlerini de sahaya sürmüş, "Ne pahasına olursa olsun devirin" talimatı vermişlerdi! Ama, bir geceye sıkıştırılmış bir istiklâl mücadelesi veren milletimiz, vesayetin son cinnetini de savuşturmuştu.

Ayasofya Camii'ne vurulan Haçlı zinciri, vesayetin sembolüydü! Elbette Ayasofya'nın açılması da, vesayete karşı kazandığımız zaferin tesciliydi! Bu yüzden kolay olmamıştı. Savunma sanayiindeki yerli üretim payını yüzde 80'e çıkarmak, Ayasofya'yı açmaya yüzde 100 yaklaşmamızı sağlamıştı!

YENİ YÖNETİM SİSTEMİ, GERÇEK BAĞIMSIZLIĞIN TAPUSUDUR

1920'de başlattığımız İstiklâl Mücadelesiyle düşmanı kısa sürede defetmiştik ama gerçek bağımsızlığa ulaşmamız tam bir asır sürmüştü. Bu "tam zafer"in, "tapusunu" almak çok önemliydi. Milletimiz, iradesini istismar eden "parlamenter sistem" adındaki "Vesayetin Truva Atı"nı çöpe atarak, iradesini; yüz yıllık esaretten kurtarmış, metinlerde kalan "Hakimiyet milletindir" ilkesini hayata geçirmişti!

Aradaki simsarların kaldırılması sayesinde, "cumhur"un yani halkın iradesi yönetime yansır hale gelmiş ve böylece "Cumhuriyet"; yüz yıl sonra gerçek anlamını bulmuştu.

Bugün Türkiye, Akdeniz'den Libya'ya; Karabağ'dan Gazze'ye; bölgemizden dünyaya; her platformda, "sahibinin sesi" bir müstemleke ezikliği yerine, milletin âli menfaatlerini; bölgenin huzur ve güvenini; insanlık erdemini esas alan bir politika izleyebiliyorsa, bunun tek sebebi devletin; vesayet esaretinden kurtulmuş olmasıdır.

Şimdi, bu sağlam zemin üzerine, "Türkiye Yüzyılı" inşa etme zamanıdır. Türkiye Yüzyılı, "etnik" bir hedef değildir. Bütün kesimlere çağ atlatacak; ulusal bir ülküdür. Hatta yüz yıldır kan ve kaos yaşayan bölgemiz için de yeni bir huzura iklimidir.

Bu mücadele, Türk milleti adına yürütülmüştür. Vesayet, kanser gibidir. Ondan kurtulmak kolay değildir. Bu zaferin değeri iyi bilinmelidir. Aksaklıklar telafi edilerek hep ileri gidilmelidir ama kimse eski Türkiye'ye dönmeyi düşünmemelidir. Zira bu, yüz yılda zor kurtulduğumuz "vesayet çukuru"na tekrar yuvarlanmak demektir. Bu ise milletimiz için dönüşü olmayan esarettir. Ayrıca bu mücadele; bütün mağdur milletler için bir "umut" olmuştur. Bu umudu boşa çıkarmaya kimsenin hakkı yoktur.

[1] Taha Akyol, Curzon Raporu: Türkler Asya'ya, Milliyet gazetesi, 2 Ağustos 1998.

[2] www.qdl.qa/en/archive/81055/vdc_100076917035.0x00000d

[3] Paşaların Kavgası, Kazım Karabekir, Emre Yayınları, 2005, İstanbul, s. 65.

[4] İsmet İnönü, Cumhuriyet'in İlk Yılları, Cumhuriyet Yayınları, İstanbul 1998, s. 17, 23.

[5] Fahrettin Altay, 10 Yıl Savaş ve Sonrası, İnsel Yayınları, İstanbul 1970, s. 392.

[6] Joseph Satterthwaite, The Annals, Sayı. 40, May 1972. The Truman Doctrine: Turkey, s. 74-84.

[7] Eminalp Malkoç, Yakın Dönem Araştırmaları, T.C. İ.Ü. Dergisi, İstanbul 2006, Sayı: 9, s. 89-127.

[8] TBMM Tutanakları, 1 Eylül 1947, 153.

[9] Sabah, 14 Ekim 2016.

[10] Osman Yalçın, Türk Harp Sanayii Tarihi, Doktora Tezi, Ankara 2008, s.165-166.