‘Algı operasyonları'na âlet olmayan bir feraset ve basiretle…

Fransa İmparatoru ve Rusya Çarı, 1850'lerde bir araya gelirler ve 'Kollarımız arasında bir 'hasta adam' (l'homme malade) var, bu hastanın kendi haline bırakıp ölmesini beklemek, altından kalkamayacağımız büyük meselelerle karşı karşıya getirir bizi... Öyleyse tedbirini şimdiden almalıyız...' derler.

Bu 'hasta adam'dan maksad, Osmanlı Devleti'ydi.

Bu görüşmenin gizli muhtevasından haberdar olan İngiliz emperyalizmi de 1853 Bahar'ında St. Petersburg'daki sefiri (elçisi) Sir Hamilton Seymour'u Çar Nikola'yla bu konuyu görüşmesi için harekete geçirir. Konu, 'Osmanlı Devleti'nin artık yıkılış sürecine girdiği ve onun mirasının Avrupa'nın büyük devletleri arasında gerginliğe yol açmadan barışçı yöntemlerle paylaşılması'dır.

*

Kavalalı Mehmed Ali Paşa'nın, bir Osmanlı Paşası olarak Mısır'da Valilik yaparken, Osmanlı Devleti'ne isyan etmesi ve üzerine gönderilen Osmanlı Donanması'nın da Mehmed Ali'nin emrine girmesi ve oğlu İbrahîm Paşa'nın komutasındaki Mısır ordusunun da, Osmanlı Ordusu'nu Nizib'de bozguna uğratıp, İstanbul'a doğru yola çıkması ve taa Kütahya'ya kadar ilerlemesi karşısında 2. Mahmûd'un Rusya ve diğer devletlerden yardım ister duruma düşmesi, Osmanlı'nın geleceği üzerinde bu 'hasta adam' benzetmesinin tuzu-biberi olmuştu.

İngiliz emperyalizmi bunu, Mısır'da Mehmed Ali'nin ardında duran asıl güç olan kendisi olduğunu elbette biliyordu. Ama, sadece Mısır'da değil, İstanbul'da, Selânik'de, Lübnan'da ve Osmanlının diğer önemli merkezlerinde de sadece diplomatik ve askerî değil, ideolojik, kültürel yollardan, hattâ misyonerlik faaliyetleri aracılığıyla yeni taktikler geliştirmesi gerektiğini de hissediyordu.

Bütün bu faaliyetler içinde, emperial güçlerin işine en fazla yarayan da herhalde, bu 'hasta adam' nitelemesiydi. Çünkü, Osmanlı idarî yapısı içinde, önemli noktalara gelmiş yüksek yöneticiler ve Avrupaî yaşayış tarzına hayran ve kendilerini 'münevver, aydın' diye niteleyen; aşağılık duygusuna kapılmış, ruhları kararmaya yüz tutmuş okumuş sınıfları Avrupa başkentlerinde, diplomatik veya sosyo-kültürel mahfillerde duydukları bu 'hasta adam' nitelemesinin etkisine kapılmışlar, hizmetinde oldukları devletin içerden, bir 'ağaç kurdu' misali kemirilişine yardımcı ve âlet oluyorlardı.

*

Ziyâ Paşa, 150 sene öncelerde, bu içten çürümüşlüğü,

'Mösyö, pardon' diyerek, eylersen feth-i kelâm (söze başlarsan),

Denilir sözüne, aynı kerâmet gibidir..

Londra, Paris, Berlin ve Viyana'yı görmek,

Kâbetullah ile Aqsâ'yı görmek gibidir...'

İslâm imiş Devlet'e pâ-bend-i terakki, (ilerlemede ayak bağı)

Evvel yoğ idi işbu rivayet yeni çıktı...' gibi mısralarında bir gizli feryad halinde ifade ediyordu.

*

2. Abdulhamîd döneminin canlı görgü şahidlerinin hâtıralarında yazdıklarına bakıldığında, Devlet'i ayakta tutmaya çalışan Sultan'ın dışında, emrindeki kadroların çoğunun; çöküşün kaçınılmaz olduğuna inandıkları, sahne yıkılacak olursa, altta kalmamak için, kaçmaya hazır vaziyette ve hattâ bir takım karanlık işlere girdikleri görülür.

*

'İttihad-Terakkî Cemiyeti' bünyesinde örgütlenen 'komitacı- çeteci'lerin 10 yılda, her şeyi, nasıl harâb ettiklerini tekrara hâcet var mı? Ve onların bugünkü uzantıları kimlerdir, hatırlanmayacak mı?

O dönemde,

'Ölmez bu vatan; farz-ı muhâl ölse de hattâ...

Çekmez kürenin sırtı, bu tâbût-i cesîmi...'

diyen şair bile, 'Ölmez, amma, ölecek olsa bile, yerküre, bu büyük tâbûtu çekemez...' demek ihtiyacını hissediyordu; karamsarlık içinde..

Dedikleri tamamen yanlış da çıkmadı..

O büyük tâbûttan geride kalan coğrafî miras üzerinde 100 yılı aşkın zamandır akan Müslüman halkların kanı hâlâ da dinmedi. Çünkü, emperial güçler, parçalanan Osmanlı'nın her bir parçasının üzerine bir takım kuklalarını 'kurtarıcı'lar olarak sahneye çıkardılar.

Ancak, 100 yıl öncelerdeki yağma sofrasından geriye kalan düzenlemeler bugünkü dünya güçler dengesinin istediğine uymuyor artık; yeni ulus-devletler, yeni sınırlar, yeni vatanlar, yeni bayraklar; oluşturulmak isteniyor, özellikle de Müslüman coğrafyalarında..

*

Bu konuda, bizim bugünkü sınırlarımız içinde yeniden ayağa kalkmaya çalışımızı da, ne pahasına olursa olsun, emperial güç odaklarının açık veya gizli yardımları ve uluslararası kamuoyu oluşturma merkezlerinin de desteğiyle durdurmak isteyen ve 120 yılı aşkın bir geçmişleri bulunan içerdeki mâlûm şerr odaklarını Müslüman halkımızın büyük kesimlerinin feraset ve basiretle fark ettiği, ortada...

Elbette, kendimize hava basmaya gerek yok amma, dünlere göre daha güçlü durumda olduğumuz, karşımızdaki iç ve dış entrika odaklarının çabalarından da anlaşılıyor. Müslüman halkımızın temel değerleri içinde yetişen kadroların -yetersiz bulsak bile- icraatının; kimleri kudurttuğunu, hakaretlerle yazıp söylediklerinden de anlıyoruz. Bunu sadece şu son bir hafta içinde yazılıp çizilenlerden de anlamak mümkündür.

O halde, bizler de, onların değirmenine de su taşımamak dikkatini kaybetmeden, o entrika ve fitne odaklarının, ülke çapında yeni algı operasyonlarıyla hedeflerine varmak ümidlerini kursaklarında bırakmalıyız.

*

NOT: Dünya çapındaki 'Corona Salgını' yüzünden 20 aya yakın zamandır yapılamayan bir çok kültürel etkinliklere, mesafe, maske ve diğer gerekli sağlık kurallarına riayet şartıyla izin verildiğinden; bu akşam, saat 20'00'den itibaren, Fatih'te, Vatan Caddesi'ndeki Emniyet Müdürlüğü yakınında bulunan Ali Emirî Kültür Merkezi'nde Afganistan'daki son gelişmeler etrafında, -bu satırların sahibinin de bulunacağı- bir açık oturum yapılacaktır.

*