Son zamanlarda bir kısım prof.ların beyanları medyada daha bir tartışılır oldu ya.. İster- istemez, bu gibi beyanlar ‘fakir’in kalemine de takılıyor.
Geçen gün, Prof. Sinan Canân’ın son aylarda -bence- haklı olarak daha bir ağır şekilde eleştirilen bir İlâhiyatçı Prof.la yaptığı sohbet programını ‘youtube’da dinledim.
İslâm’ın en temel Kitâb’ına gelişigüzel saldıran kişinin bu programda, ‘Laikliği bir velinimet olarak’ saymasına takılmayacağım, hayır..
Prof. Canân’ın kendisine sorduğu ‘resmî ideolojinin 1 numaralı’ isminin ‘aydınlatması’ (Canân’a hiç yakışmadı, ne demekse o aydınlanma) ile ilgili bir soruya gelince.. Bu prof.’umuz öyle bir temkinli davranmış ki, hayret etmemek elde değildi: ’(…) Üstadım.. Orada kırıtzâde hakkı katkısı (ne demekse), bakış açısı biraz egemen olduğu için.. Dinle ilişkisinde kök sökücü bir tavır var, yani sert.. Bu kadar sert vurursan, tepkisi de sert olur..(… O) topa biraz sert girdi.. (…) Bence daha yumuşak bir aydınlanma yapılabilirdi, ama olmadı..’ diyordu.
Halbuki, bu kişi, İslâm hakkında yıllardır, hep uçurumun kenarlarında ‘ düştü-düşecek..’ dedirtecek cinsten dolaşır ve muhatablarına, ‘Aaa, bakın burada da bir sümüklü böcek var..’ dercesine, bazı kitaplardan aktarmalar yaparken; İslâm’a karşı eşine az rastlanabilecek bir savaşa verilmesinin değerlendirmesine gelince.. O ‘aydınlanma’yı, (hani, ‘Bu iş behemehal yapılacaktır, amma, ihtimal ki, bazı kelleler koparılacaktır..’ cinsinden bir ‘aydınlanma’yı), ‘Keşke, o kadar sert olmasaydı..’ diye anlatmaya çalışıyordu, mırın-kırın ederek..
(Bu vesileyle belirteyim, ‘fakir’in yazılarında, Prof. kısaltması genelde, ‘tahfif’/hafife alma bâbında değil, genelde hemen bütün dünyada olduğu gibi, kısaltma bâbında kullanılır. Ama, yine de, bu akademik unvanların isimlerin başında kullanılmasına sıcak bakmayan C. Başkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın bey’in geçen hafta yaptığı izah bence güzeldi.
10 yıl kadar Almanya- Blefeld’e Mahmûd Erol Kılıç hocayla birlikte geldiğinde, uzunca sohbet ettiğimde de İbrahim bey’in derin bir tefekkür dünyasının olduğu anlaşılıyordu. Nitekim, o derinlik, resmî sıfat ve vazifesi olmadan önce de, söz ve yazılarında kendisini gösteriyordu. Ama, geçen hafta, bir tv. programında kendisine ‘Henüz doçent olmadınız mı?’ diye sorulunca, tebessüm ederek, ‘Prof. olduğunu, ama, bu gibi akademik ünvanları kullanmayı sevmediğini, bunun için onu söz konusu etmediğini’ belirterek, -özetle- ‘Dinlenecek, itibar edilecek bir görüşünüz varsa, bu gibi unvanların gölgesinde kullanılmasının doğru olmadığını düşünüyorum’ diyordu. Doğrusu, bu ifadeleri sevdim. Evet, bunu da bu vesileyle belirteyim.)
Her ne ise..
Bugünlerde, her ne kadar fazla dışarı çıkmasam da, yine de güneşli bir gün olunca biraz dolaşmak için dışarı çıktığımda, tanıdık simâlardan duyduğum sözlerin başında ‘Âbi, şu filanca prof. da ne demiş? Doğru-dürüst anlayamadım, ama, çoğu kimsenin ağzında.. Kimi, hoşlanmış, onu teyid ediyor.. Kimisi de, eleştiriyor.. Sen ne diyorsun?’ gibi cümleler sökün ediyor.
Fakir’ de cevaben, ‘Ben de dinlemedim, ama medyada yazıldığı gibiyse, keşke genelleme yapmasaydı..’ diye bir cümleyle bir yazıda değindiğini söylüyordu, soranlara..
Nitekim, 18 Aralık tarihli yazının dibâcesinde yer alan, ‘Sakarya Üni.’den bir öğretim üyesinin, bir tv. kanalındaki bir tartışma programında, Üniversitelerdeki durum hakkında konuşurken, yanlış bir şekilde, bir genelleme yaparak söyledikleri üzerine, (…) medyada, söz konusu öğretim üyesi için hemen bütün haber bültenlerinde başlatılan karalama kampanyasına..’ diye başlayan bir not düşmüştüm..
Evet, son günlerde, pek de haklı olmayan şekilde tartışılan isimlerden birisi de, Prof. Ebubekir Sofuoğlu.. Şahsen tanımam.. Ama, medyaya yansıyan konuşmasında, iddia edildiği gibi bir sözünün geçmediğini söylüyor ısrarla..
‘Acaba neler demişti?’ diye konuşmasını ‘youtube’dan ararken, karşıma bir değişik Prof. Ebubekir Sofuoğlu çıkıverdi. Bu, onun, Sultan 2. Abdulhamîd’in vefatının 100. Yıldönümünde yaptığı bir konuşmaydı.
Bu konuşmayı o zaman da dinlemiştim, tek kelimeyle müthişti; müthiş düşündürücü..
Ve sırf bu konuşma bile, kemalist-laik cenahın başka bir konudaki bir iddiayı bahane ederek ve büyüterek, ona hınç beslemelerinin temeli yapmaya yeterdi. (Arzu edenler, ‘Google’dan ‘Sofuoğlu’nun konferanslarından, 2. Abdulhamîd’in vefatının 100. Yıldönümüyle ilgili olanı’nı bulup dinleyebilirler; -âcizâne- tavsiye olunur.)
Sanıyorum, tarih adına, bir siyasî klik’in, İttihad-Terakki’ci zihniyetin 100 yıldır dayattığı ve hâlen de dayatmakta olduğu ‘resmî tarih’in kimlere hizmet için nasıl yazıldığını, okutulduğunu, 100 senedir hâlâ o çizginin dışına niçin çıkılamadığını anlatması bakımından, serinkanlı dinleyecek olanların faydalanacakları bir konuşma.. Onu burada özetleme mümkün değil.. Baştan sona bütünlük içinde.. Kısa alıntılar, o konuşmayı katleder.
Bu vesileyle, sadece şu kadarını söyleyeyim ki, birgün, (sonraları Prof. de olan) Âfet (İnan) Hanım’a tarih yazdırılır.
Âfet Hanım konuları yaza-yaza, epeyce bir bilgi sahibi olmuştur ve savaş tarihi dikte edilirken, (Âfet Hanım’ın hâtırâtında yazdığına göre) ‘Paşam, orada öyle bir muharebe olmamıştı..’ diyecek cesareti gösterir. (Ki, onun olmadığını söylediği muharebe, Eskişehir civarındaki İn Önü mıntıkasında yapıldığı söylenen zaferin ‘Harb Tarihi’ kayıtlarında gözükmediğine dair, 30-40 sene öncelerde bir hayli tartışılan iddia mıydı kasdedilen, bilmiyorum).
Paşa’nın cevabı ilginçtir: ‘Yaz kızım, ben diyorsam, sen öyle yaz.. Tarihi yapanlar yazdırır..’
Yani, ‘Hayır!’ demiyor da, başka bir şey söylüyor.. Demek ki, hayalindeki tablonun tamamlanabilmesi için öyle bir hayalî muharebenin de yazdırılması gerekiyordu.
Evet, 100 yılı aşkın zamandır bütün nesillere okutulan tarih, işte böylesine ‘sağlıklı’dır!!
Ebubekir Sofuoğlu bey’in o konferansında Türk Tarih Kurumu hakkında söylediklerine TTK cevap versin, verebilirse..
‘Fakir’ sadece şu kadarını söyleyeyim:
Şevket Süreyya (Aydemir) , ömrünün son yıllarında, 1974-75’lerde, Şişli- Osmanbey’de bir mekânda -sanırım 15 günde bir idi- 20-25 kadar gence yakın tarihten ilginç bilgi ve hâtıralar anlatırdı; kaçırmazdım o sohbetleri.. O kadar belgeli konuşurdu ki, hele de o günün şartlarında, onları nasıl biriktirebilmişti?
Birgün sormuştum, ‘Üstad, bu kadar belgeyi nereden buluyorsunuz?’ diye..
Cevabı ilginçti: ‘Bizim Tarih Kurumu’ndaki arkadaşlar, belgeleri ayıklarken, bazılarını atmak yerine, ‘Bu bizim Şevket’in işine yarar’ diye benim için ayırırlar bir kenara!.’
-Yani üstad.. Belgelerin bir kısmı orada yok mu ediliyordu?
*Eee, evlâdım, yeni bir rejim kuruluyordu.. Ben dahasını söyleyeyim, o’nun ölümünden sonra, Çankaya’da, benim bildiğim kadarıyla, 35 büyük sandık dolusu belgeler de, başka birisinin eline geçebileceği endişesiyle, Genelkurmay Harb Tarihi Enstitüsü’ne gönderildi ve onları orada incelemek bugün de mümkün değil..’
Sanırım, bu kadarı, yeter..