Medyanın, 27 Mayıs 1960 Darbesi ile 15 Temmuz 2016 Saldırısı öncesinde sergilediği fikirsel yaklaşımdaki benzerlik, çarpıcıdır. Benzerliğin boyutu, küresel bir gücün ve yerli aktörlerinin 1960’ta tutmuş bir senaryoyu, büyük titizlikle uyguladıklarını işaret etmektedir. 60 yıl önceki Darbe, başarılıdır, 4 yıl önceki Saldırı başarısız olsa da yerli ve yabancı güçlerin aynı senaryoyu sürdürmekteki kararı, TEKRARLANACAĞINI işaret etmektedir.
· MAYMUNCUK “KAMUSAL RIZA”NIN OLUŞTURULMASIDIR…
15 Temmuz Saldırısı’nın başarısızlığının ana nedeni, kaçak FETÖ’cü Kerim Balcı’nın girişimin başlangıç saatlerinde @youtube’daki canlı yayınında, spikerin, “Erdoğan halkı sokağa çağırdı” sözlerinden sonra yüzünün aldığı ifadeden bellidir. (1) O ana kadar, Erdoğan’ın askerin eline geçtiğinden emin ve toplumun da gelişmeyi sessiz karşılayacağını düşünen Balcı’yı panikleten, her darbe açısından olmazsa olmaz bir kavramın çöküşüdür: KAMUSAL RIZA…
“Kamusal rıza”, topluma, normalde karşı çıkması gereken, esas olarak da yaşamsal çıkarlarına zıt karakter taşıyan bir gelişmeyi kabullendirme becerisidir, medya tarafından gerçekleştirilir.
27 Mayıs öncesinde Adnan Menderes ve 15 Temmuz öncesinde de R.Tayyip Erdoğan için sürdürülen yoğun basın/medya kampanyasının “diktatörlük, fikir özgürlüğüne baskı ve yolsuzluk” zeminli şekillenmesi bir tesadüf müdür, hayır.
Toplumun, medya kullanılarak, darbe gibi çözümlere razı olma haliyle ilgili teorik çalışmalar yeni değildir. Noam Chomsky-Edward S.Herman’ ın 1988 tarihli “Razı Olmayı Üretmek: Kitlesel Medyanın Siyasi Ekonomisi” kitabı bu alanda bir el kitabı niteliğindedir.
Araştırma medyanın “hegemonya savaşlarındaki rolünü” anlatır. Toplumun yeri geldiğinde 12 yaşındaki çocuğun güç karşısındaki güvensizliğinin reflekslerine yönlendirilip, saklanan/izleyen kimlik kazanmasının şifreleri değerlendirilir. Aslında, 20’nci yüzyıl gazeteciliğini duayeni olarak adlandırılan Walter Lippmann’ın Kamuoyu kitabının rotasından ilerlemektedir.
· “SEÇİMLE GELDİ, DİKTATÖR OLDU” DARBE ALARMIDIR!..
Lippmann’ın medya-siyaset ilişkisine kazandırdığı en önemli kavram “sosyal-streotip”tir. Çıkış noktası, kitlelerin beyin tembeli olmasıdır.
Maksat basit etiketlerle kitlelerin düşünmemesi, medyanın da halkın sıradanlıktan memnuniyet duymasını sağlamasıdır.
Amerika Dış İlişkiler Komisyonu Başkanı Senatör J. William Fulbright’ ın (1905-1995) 1 Mayıs 1960’ta CBS Televizyonu’nda yaptığı “Bugünkü Türk hükümetinin (Menderes) diktatoryal tutumu ilk defa fark etmiş değilim. İktidara gelişlerinden pek az sonra gazeteleri kapatmaya başladılar” açıklaması Yassıada’da kullanıldı.
Bu açıklamanın, Cumhuriyetçi-Arizona Senatörü John McCain’in (1936-2018) 7 Haziran 2013 Brookings Enstitüsü konuşmasından ne farkı var: Bence Sayın Erdoğan, Türk halkının birçoğunun gözünde, bir başbakan ya da devlet başkanı olmaktan ziyade bir diktatör gibi görülüyor.
(Metin Toker’in 27 Mayıs, Hasan Cemal’in 15 Temmuz öncesi yazılarının fikir dokusunun analizi nasıl bir tablo çıkarır sanıyorsunuz…)
· ADALET SİSTEMİ VE GAZETECİLER…
Sivil siyaset açısından medya-politik zemininde asıl risk yayın kuruluşlarından değil, adalet sisteminin işleyişinden kaynaklanır.
Darbeyi meşrulaştırmak isteyen güç için verimli zemin, tartışmalı iddianameler ve fiili cezaya varan uzun tutukluluk süreleridir. Metin Toker veya Ahmet Emin Yalman gibi gazetecilerin siyasi içerikli davalar ile hapsedilmesinin, Yassıada’da nasıl kullanıldığı yakın tarihin somut örnekleridir.
Burada unutulmaması gereken medya sosyoloğu Herbert Schiller’in (1919-2000)
“Manipülasyon sürecinin ana unsuru, muhalif gazetecilerin tarafsızlık vurgusudur” yaklaşımıdır.
Bu, gazetecilerin tutuklanması zeminli darbe stratejilerinin de ana rotasını işaret eder. Siyaset, hukuk sisteminin içine iyi bakmak durumundadır.
SONSÖZ- Günlerdir, muhtemel darbeyi kimin yapabileceği tartışılıyor. YAPARSA AMERİKA YAPACAK. Kimi kullandığı önemli mi? Bunu yaparken de eski deneyimlerden yararlanacak.