Fatih'in Ayasofya'yı ‘mescid'e dönüştürmesi', İslâm'a aykırı mıydı?

Sosyal hayatta, toplumun ilgisine, alkışına kapılmamak, o kadar kolay değildir.

Hz. Peygamber (S)'den nakledilen bir 'rivayet'te, 'toplum içinde parmakla gösterilen kişi olmamaya dikkat etmek gerektiği'ne işaret olunduğunu aktarmıştı; şimdi merhûm olan 'hoca'larımdan birisi... 'Parmakla gösterilmek', övgü için ise, insan gururlanabilir; yergi içinse, o zaman da insan davranışlarında bir yalpalama yaşanır.

İslâmî sahadaki bilgilerine kitlelerin müsbet karşılık vermesinden dolayı, kendi nefsine pay çıkarıp ayakları kayanlar çok olmuştur.

Başta kendi 'nefs'lerimiz olmak üzere, her birimize, bu gibi durumlara düşmemek dikkatinin nasib olması için, 'Yâ Rab! Ayaklarımızı sâbit kıl, kaydırma!' diye dua ederiz.

*

Son 30-35 yıl boyunca tanıdığım bir arkadaşın konuları izah etmesinde son yıllarda bir takım tökezlemeler görülüyordu. 'Nebevî hadisler' konusunda iyi düşünülmeden söylenmiş sözlerinden sonra, şimdilerde de, 'Ayasofya'nın mescid yapılmasıKur'an'a aykırı bir tasarruf olarak nitelemiş... Öyle anlaşılıyor ki, Ayasofya'nın 500 yıl kadar mescid olarak hizmet gördükten sonra, sadece 1935'lerde müze yapıldığı ve 86 yıl süren bir laik zorbalığın bertaraf edilip, tekrar ilahî bir mâbed / mescid statüsünün iade edilmesini değil, Sultan Fatih tarafından -1453'deki fethi takiben- mescid'e dönüştürülmesini de 'Kur'an'a aykırı' görüyor.

O halde bir düşünelim...

Kâbe, Hz. İbrahîm tarafından bir ilâhî mâbed olarak yapılmıştı. Ama, sonraki asırlarda bir puthaneye de dönüştürüldü. En büyükleri Lât, Menât, Uzzâ olan putlardan yüzlercesi vardı, Kâbe'de... Hz. Peygamber (S)'in Mekke'yi fethinden sonra, Kâbe, putperestlerin ve müşriklerin tasarrufundan kurtarıldı, aslî şekline iade edildi.

Ayasofya da, Hz. Peygamber'in doğumundan 35 yıl, peygamberliğinin de 75 yıl öncesinde, o zamanki ölçülere göre, dünyanın en büyük mâbedlerinden ve Hz. İsâ şeriatinin mer'iyette olduğu dönemde bir ilâhî mâbed olarak yapılmıştı.

Ama, o mekânın sonraları, başka emeller için, hattâ puthane haline de getirildiği görüldü. Hattâ, Katolik Haçlı Orduları Kudüs'e ele geçirmeye giderken, bu mâbedi, Ortodoks Hristiyanlar'a olan düşmanlıkları yüzünden, atlarının, katırlarının ahırı haline bile dönüştürmüşlerdi.

Sultan Fatih ise, fetihten sonra cemaatsiz kalan o mekânı, ilk yapılışındaki aslî şekline, yani Allah'a ibadet olunan bir mâbed statüsüne iade etti... Yoksa, Müslümanların başkalarının yaptığı mâbedlere ihtiyaçları yoktu; hattâ daha muhteşemlerini de yapmışlardı.

Bu konuyu, bu şekilde anlamak gerektiğini düşünüyorum.

*

Bir-iki konuya da değinelim...

Bir okuyucu, Sâbir Meşhûr isimli bir arkadaşın Arabça bir tv. yayınında, Osmanlı ve bugünkü Türkiye'yle ilgili bazı yorumlarından videolar göndermiş, 'Ne dersin?' diyor...

Bu zâtın tv. konuşmaları Türkçeye de tercüme edilmiş... Anlatış tarzı da hoş... Elbette doğruları da bir hayli... Ancak, bazı hassas mevzular var ki, kesinleşmemiş bilgilere dayanıyor. Meselâ, Türkiye iç siyasetindeki filân erkek ve hanım liderlerin aslen 'Ermeni olduğu' gibi iddialar ve diğer başka konular...

Müslüman olmak için herhangi bir kavimden olmak şartı yok... Türkler büyük ekseriyetiyle Müslüman olmuşlardır, ama, nice Türkler de gâvurlukta rakip tanımaz bir şekilde, zamâne firavunları konumunda olmamışlar mıdır? Aynı şekilde, evet Ermeni kavmi, genel hatlarıyla Hristiyan'dırlar; ama, Müslüman olmuş bir çok Ermeniler de vardır. Yahudi'yken Müslüman olan ve Müslüman iken Yahudiliğe yelken açanlar da olabildiği gibi... İslâm, belirli bir kavmi, coğrafyayı veya sosyal sınıfı değil, bütün zaman ve mekânlardaki bütün insanları muhatab alır.

Biz Müslümanlar olarak, her kavimden olabiliriz ve hiçbir kavmi, etnik kökeninden dolayı üstün veya düşük noktada göremeyiz... İllâ da etnik köken arıyorsak, hepimiz, 'Benî Âdem'iz, / Âdem oğullarıyız...'

*

Bir diğer konu...

Geçen hafta, bazı yıldönümleri vardı... 2004-2017 arasında İstanbul'da 3 dönem Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan Kadir Topbaş'ın ve son dönemin büyük ulemâ'sından M. Emin Saraç Hoca'nın ebediyet yolculuklarına çıkışlarının birinci yıldönümüydü.

Kezâ, 43 sene öncelerde, Müslüman gençliğin yiğit isimlerinden olan, 23 Şubat 1979 Cuma günü, İstanbul-Fatih Camii'nde kıldığı Cuma namazından çıkışta vurularak dünya hayatından koparılan Metin Yüksel kardeşimiz de dün, Fatih Câmii avlusundaki vurulduğu noktada dâva arkadaşlarınca rahmet dilekleri içinde anıldı.

*

Cumartesi günü de, yaşadığı dönemin önde gelen edebiyatçı ve yazarlarından olan Ahmed Kabaklı (1924-2001), vefatının 21. Yıldönümünde, Birlik Vakfı'nda, Dursun Gürlek, Mehmed Nurî Yardım ve Zeki Gezer'in sunumlarıyla anıldı.

Eyyub Sultan Mezarlığı'nda, (merhûm Necîb Fâzıl'ın kabrine çıkılan yolun sağındaki) mezar taşında, Yûnus Emre'den, 800 yıl öncelerdeki Türkçeyle yer alan,

'Şol kâinât secd'eyleyüp, can, Çalab'a / (Allah'a) verilende,

Bu mesel içre hâlimiz, bir yüceden görülende...'

şeklindeki düşündürücü beytin, Kabaklı Hoca'nın vasiyetiyle yazıldığını öğrendim.

Merhûm Kabaklı'yla 45-50 sene öncelerden beri âşinâlığımız vardı ve bazı noktalarda farklı yaklaşımlarımıza da (o zaman, gençliğimize vererek) mülâyemetle karşılık verirdi. Ama, ömrünün son dönemlerinde yazdığı 'Temellerin Duruşması' isimli eserinde dile getirdikleriyle, geçmişte kendisine katılmadığımızı söylediğimiz konularda, aynı noktalara gelmiş olması ve çoğumuzun hâlâ da söyleyemediğimiz konuları yazmış olması ve merhûm Prof. Teoman Duralı gibi, ilginç tesbitler yapması, ayrı bir yazı konusu...