Bugünler, Celâleddîn-i Rûmî / Belhî’nin 750 yýl önvelerde dünyadan ayrýlmasýnýn, ‘Þeb-i Arûs’un yýldönümü.. Dünya çapýndaki ‘büyük salgýn’ sebebiyle nisbeten sýnýrlý geçti.
‘Þeb-i Arûs’ kýsaca, ‘Düðün Gecesi’ demek.. Celâleddin Rûmî, ölüme, Ýslâm inancýnýn da gereði olarak, bir son deðil, perdenin öbür tarafýna, geçmek olarak bakar.
‘Ölüm günümde tâbutum götürülürken, bende ‘Bu dünyanýn derdi, gamý var, üzülüyorum’ sanma..
Arkamdan, ‘Yazýk, yazýk!.’ deme.. Eðer, nefse uyup þeytanýn tuzaðýna düþersem, hayýflanmanýn sýrasý iþte o zamadýr.
Beni topraðýn kucaðýna verdikleri zaman, ‘Elveda elvedâ!.’ deme; çünkü mezar, öteki âlemin perdesidir.. Batmayý, gözden kaybolmayý gördün ya, doðmayý da gör..
Hangi tohum topraða atýldý da, toprak onu iade etmedi... Ýnsan tohumu hakkýnda niye yanlýþ zanna düþersin? Hangi kova kuyuya sarkýtýldý da, dolu çýkmadý.. Can Yûsufu neden kuyudan ziyan görsün..’
Evet, ölüme böyle bakan bir kimse için, dünyadan ayrýlmak, korkulacak bir þey deðil, bir de düðün gecesi sevinci ve perdenin öbür tarafýna geçmektir. Ezel Meclisindeki Elest-i Bezm’den, Allah’u Teâla’nýn takdir ettiði bir zamanda ve mekânda, perdenin fâni dünya tarafýna geçiyoruz, ve burada yine takdir edildiði kadarýyla kalýp, sonra da perdenin baaqi olan ebediyet âlemi tarafýna...
Celâleddin-i Rûmî, bizde ‘Mevlânâ’ diye bilinir; Ýran, Afganistan ve Pakistan’da ise, Mevlânâ’dan daha çok, ‘Movlevî Celâleddin’ diye anýlýr.
Bazý coðrafyalarda da, kimisi Rûmî der, kimisi ‘Belhî’..
Belh’li Celâleddin ise, kendi durumunu þöyle özetliyor:
‘Men kucâ, þi’r ez kucâ? Lîken, bemen dermîdemed..
(Ben nerde, þi’r nerde? Ancak, benden kaynýyor..)
An yeki turkî âyed, guy dem, ‘Hey, kimsen?’
(Bir türk gelip, kendi þivesiyle der: ‘Hey sen kimsen?)
Turk, ki? Tâcik, ki? Rûmî, ki? Zengî, ki?
(Türk kim, tacik kim, rûmî kim, zengî (zenci) kim?)
Mâlik-el’Mulk ki, dâned, mû be mû, sýrr u alen..
(Mâlik’el Mülk biliyor, bu sýrrý o biliyor inceden inceye..)’
Belh (Belkh), bugün Afganistan’da ‘Mezâr-ý Þerif’ diye bilinen þehrin tarihî ismi ve Celâleddin, aslen oralý..
Ama, 800 yýl öncelerde, hemen bütün Müslüman beldelerini, (Afganistan, Ýran, Anadolu, Bilâd-ý Þâm /Þâm beldeleri/Suriye, Filistin, ve Irak’ý) korkunç bir sel tuðyaný gibi yakýp yýkan Moðol Ýstilâsý’nýn ilk dalgalarýndan kurtulmak için, Celâleddin, babasý ve aile efradýyla birlikte Belh’den taa , -o zaman Diyâr-ý Rûm diye anýlan- Anadolu’ya ve orada da Selçuklu baþkenti Konya’ya gelir, konar.
Yeni nesiller ‘Rûmî ne demek?’ diye soruyorlar ve kendi cevaplarýný da, ‘Galiba rûm asýllý..’ diye veriyorlar. ‘Rûm’ deyince de, ‘yunan-helen’ etnisitesini anlýyorlar. Ki, Kýbrýs, Rodos, Girit adalarýyla ve Doðu Karadeniz’de -ileride, 1461’de Fatih tarafýndan hayatýna son verilecek olan- Pontus devletinin ve Ýstanbul’un ve Anadolu’nun ‘grekçe/yunanca’ konuþan Hristiyanlarý, kendilerini ‘yunan/helen’ olarak deðil, -daha asâletli ve bir üstünlük havasý ile- ‘Rûm’ diye nitelerlerdi.
Evet, ‘Rûm’, dünya tarihinin en uzun ömürlü imparatorluðu olarak bilinen Roma Ýmparatorluðu’nun hâkimiyetinde olan yerlerin halklarýna Anadolu’da verilen isimdi. Merkezi Roma olmak üzere, kara Avrupasýnýn orta ve güney kesimleriyle, kuzeyi ve güney sahilleriyle Akdeniz havzasý ve Anadolu, Suriye, Filistin, Roma Ýmparatorluðu’na dâhildi. Ýstanbul ise, Doðu Roma Ýmparatorluðu’nun merkeziydi.
Hatýrlayalým; Kur’an-ý Kerîm’de de ‘Rûm’ sûresi vardýr ve o sûrede, Ehl-i Kitab olan ‘Rûm’larýn (o çaðlar dünyasýnýn en büyük iki süper gücü olarak nitelenebilecek olan Roma Ýmparatorluðu’nun, putperest Sasanî Ýmparatorluðu’na) yenildiði, ama, yakýn zamanda galip gelecekleri bildirilerek, putperest bir güce karþý yenilen Ehl-i Kitâb’ýn yenilgisinden mahzun olan, hüzünlenen ilk Müslümanlar teselli edilmiþ olur. Ve o vâ’d-i ilâhî de gerçekleþir.
Celâleddin’in niçin Rûmî diye anýldýðý sorularýnýn, bu izahat yeterlidir herhalde..
Ama, bir de, arabçada ‘Sahibimiz, Koruyucumuz, Efendimiz’ mânâlarýna gelen ‘Mevlânâ’ nitelemesinin de, Celâleddin’in ismi sanýlmasý durumu var.
‘Mevlâ’ kelimesi özellikle dualarda Allah’u Tealâ için de kullanýldýðý gibi, bir topluluðun baþýnda olanlarý, önde gelenleri için bir hitab þekli olarak da kullanýlmaktadýr. Þöyle ki, ‘mevlâ’ kelimesine, arabçada ‘bizim’ mânâsýndaki ‘nâ’ zamiri eklenerek bir kimseye ‘mevlânâ’ diye hitab edildiðinde ‘Sahibimiz, Efendimiz’ denilmiþ olmaktadýr. Nitekim, Arab diyarlarýyla, Hind, Pakistan ve Afganistan ve kýsmen Ýran’da, ‘Mevlânâ, Þeyhunâ, Ustadunâ’ (Efendimiz, Þeyhimiz, Üstadýmýz) gibi hitab ibareleri, ihtiram makamýnda, yaygýn þekilde kullanýlýr.
Böyle olunca da, Celâleddin-i Rûmî’yi de ‘Mevlânâ‘ diye anan kiþiler, hattâ ona karþý olsalar bile, onu öyle andýklarýnda ‘Efendimiz’ dediklerinden, kendileriyle çeliþmiþ duruma düþüyorlar.
‘Aaa, ona karþý olanlar da mý var?’ denilebilir.
Onun baðlý olduðu tasavvuf ve sûfîlik cereyanýna, Ýslâm hakkýndaki bazý yorumlarýna, Mesnevî’de dile getirdiði görüþlerinin ‘Vahdet-i vücud’ anlayýþýný, panteizmi yansýttýðýndan tutunuz da; Mesnevî hakkýnda kendisinin mi, yoksa, yolda giderken bile katiplerce yazýlan þiirlerine- nefeslerine bir ekleme yapýlarak mý yazýldýðý kesin olmayan çok abartýlý ifadelerine; ayrýca, Moðollar’la iþbirliði yaptýðýna ve kezâ, -sonunda terbiye edici nasihatler ve ibretli sözler söylese de- eserlerinde bazan müstehcen hikâyeler de anlatmasýna kadar bir çok konuda, hele de son yarým asýrdýr, pek çok tartýþýlmaktadýr. Sadece sözlü olarak deðil, ilmî araþtýrma adý altýnda bazý akademisyenlerce yayýnlanan iddialý kitablara kadar, evet, bir çok tartýþmalý hususlar da vardýr.
Elbette Celâleddin-i Rûmî de bir insandýr ve hata, akýl sahibi insanlar içindir. Ama, onun, ‘Ben hayatta olduðum müddetçe, Muhammed Muhtar’ýn hizmetçisi - kölesiyim; Ben onun yolunun tozu- topraðýyým‘ diyen bir kimse hakkýndaki suçlamalara nasýl yaklaþmalý?
Bu konuya, bir diðer yazýda daha deðinmek gerekir, ama, þimdilik þu kadarýný belirtelim ki, o, ‘Hâsýl-ý ömrüm þu üç devreden ibarettir: Hamdým- Piþtim- Yandým..’ (Ham budem- Puhte þodem- Suhte þodem..) der.
Celâleddin gibi, ilk gençlik yýllarýndan beri, gürül-gürül akan bir nehir gibi devamlý þiir söyleyen ve bunlarýn kâtipler tarafýndan yazýlmasýna yetiþilmesinde güçlük bile çekildiði bir müthiþ kabiliyetin ‘hamlýk’ zamanlarýnda söyledikleriyle, -kendi deyimiyle- ‘piþtiði ve yandýðý’ dönemlerde söylediklerini ve diðer bazý ölçülerini de göz önünde bulundurmak gerekmez mi?
Evet, bu konuya yarýn da devam edelim inþaallah..