Hind Müslümanları arasından, son bir asırda yetişmiş büyük mütefekkir ve âriflerden olan merhûm Muhammed İqbal, 'Bizim bahçemizde renk ve koku ayırımı yapmak yoktur. Bizim için İslam'dan başka sınır da yoktur, vatan da.' diyordu. Ve devam ediyordu: 'Biz Tevhîd Gülistanı'nda muhtelif renklerde açan güller ve muhtelif seslerle şakıyan bülbüller durumundayız. Biz İslâm Milletiyiz. Bizim milletimiz iki temel unsurdan meydana gelir. Tevhîd (yani, Lâilâheillallah /Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur) âqıdesi ve Nübüvvet müessesesi. (Yani, Enbiyaullah'ı, Allah tarafından gönderildiğine inandığımız Peygamberleri ve onların sonuncusu olan Muhammed (S)'i örnek önderler kabul eden bir hayat yaşamak iradesine bağlı olmak.)
*
Pazartesi sabahı, Bayram namazı için Süleymaniye Câmii'ne gittiğimde, doğrusu, beklediğimin fevkınde bir sahne ile karşılaştım ve şaşırdım. Çünkü, o ulu mâbedin içi ve iç avlusu ve dışarılar tıklım-tıklım doluydu. Belki 40-50 binin üzerinde insan. Ve o cemaatin en azından yüzde 70-75'i de, 35 yaşın altındaki gençlerden oluşuyordu.
'Gençlik elimizden kayıp gidiyor.' diye samimiyetle kaygılananlara müjde; ve 'Câmileri kimlik mensubiyetlerini ortaya koymak açısından kendilerine en belirgin mekânlar olarak seçen bu genç insanlar da nerede yetişmişler? Eyvah resmî ideolojinin temelleri daha bir kayıyor.' diyenlere de kara haber.
*
Faklı bir hayat tarzı olsa da, bizim dünyamızın ruh topografyasını ilginç şekillerde resmeden Yahyâ Kemâl, 'Süleymaniye'de Bayram Sabahı' şiirinde, 'Ulu mâbed, ben de seni bir zamanlar sadece hendeseden (geometrik) bir şekil zannettimdi.' demişti ya; işte bu genç nesillerin çoğu da, ilk gençlik yıllarında, belki de laik rüzgârların tundra iklimlerinde dolaşırken, câmilere öyle bakıyorlardı. Ama, şimdi bu 'müminler okyanusu', tablonun değiştiğini; nice derin fikrî, ideolojik ve ruhî sarsıntılardan sonra, son merhalede, kendilerinin kimlik aidiyetlerini sergilemek için, bir liman olarak bu mekânlara geliyorlardı.
*
(Bu vesileyle bir hâtırâmı aktarayım: 50 yıl öncelerde, 1972'lerde, Karadeniz kıyılarının en önde gelen marksist öncülerinden birisi olan bir öğretmen vardı. İstanbul'a bir gelişinde -merhûme annemin uzaktan yakını olduğu için adresimi ondan alıp-, beni bulmuş ve öğretmen olan hanımıyla birlikte Hırka-i Şerif mıntıkasındaki -kirada oturduğum meskenimde misafirim olmuştu. Onunla, gece yarılarına kadar uzuuun sohbetler etmiştik. O, net olarak ortaya koyuyordu, idealindeki hedefini; bütün ülke çapında ve yönetim mekanizmasının her kurum ve kademesinde bir emirle rejime el koyacak yaygın ve etkin bir teşkilatlanmaya sahib olduklarını söylüyordu. Tabiatiyle ben de ona kendi ideallerimi açıkça söylüyordum.
Saatlerce süren 'müsademe-i efkâr'dan sonra...
Bir noktaya gelince ona; 'Arkadaş, mâdem ki, her kurumda, her kademede o kadar güçlüsünüz de, niye hâlâ, müdahale etmiyorsunuz?' dediğimde, hiç beklemediğim bir cevap vermiş ve 'Hiç kimse zorlamadığı halde gönüllü olarak câmilere gidip, bayram namazlarında caddelere taşan kalabalıklar var ya, bizim gözümüzü korkutan onlar.' demişti.
Halbuki o zamanlar cemaatin yaklaşık yüzde 60-70'lerden fazlasını 50 yaşın üstündekiler oluşturuyor ve onlar, sadece bayram namazlarında câmilere sığmayan kalabalıklara iğreti nazarla bakıp, 'Senede iki bayram namazı kılmakla Müslüman olacaklarını sanıyorlar.' gibi avâmî eleştiriler yapıyorlardı. Biz ise, o zamanki yazılarımızda da, 'Yapmayın yahu âbiler, amcalar. O genç insanlar böylece, nihaî tercihlerinin câmilerde bir araya gelmiş Müslüman halk kitlelerinin yanı olduğunu, kimlik aidiyetlerini ortaya koyuyorlar.' diyor ve amma pek anlatamıyorduk.
Ama, işte bugün görüyoruz ki, genç nesiller düne göre daha şuûrlu olarak, inandıkları aslî değerlere göre bir dünya kurmak dikkati içindeler.)
*
Evet, o bayram şafağında, Süleymaniye'deki bu ihtişamlı cumhûra bakıp, namaz sonrasında, o on binlerin hançeresinden, Mustafâ Itrî Efendi'nin 300 yıl öncelerde bestelediği ihtişamlı 'tekbîr' yükselirken, aynı potada âdetâ eriyip, yeniden şekilleniyor ve tek bir inanç milleti olmanın şuûruna eriyor, gözyaşlarımız boğazlarımızda düğümleniyordu.
*
Süleymaniye'deki Bayram Namazı'ndan sonra, Fatih Câmii avlusunu temaşa etmek için, oraya uzandığımda; orada, Afrikalı, Yemen'li, Suriye'li, Afganistan'lı, Doğu Türkistan'lı, Mısır'lı binlerce Müslümanın namaz sonrasında, avluda, âşinâ simâlarla karşılamak heyecanıyla ayrı manzara oluşturduklarını gördüm. Ve sonra, oradan, Emir Edib Hoca'nın başkanlığını yaptığı 'Fütûvvet Vakfı'nın Çamlıca sırtları arkasındaki bir düğün salonunda vereceği bayram kahvaltısına, Üsküdar'dan yazar Resul Tosun kardeşimi de alarak gittik.
Gittiğimiz mekânda, Müslüman coğrafyasının pek çok köşelerinden gelip, İstanbul'da çeşitli üniversitelerde okuyan ve 100'den fazla Müslüman öğrencilerinin sergilediği manzara ise daha bir görülmeye değerdi. Her ırk ve renkten, hemen tamamı Türkçeyi de çok güzel konuşan genç beyinler İslâm Milleti'nin geleceğine ışık tutuyor olduklarını sergiliyor gibiydiler. Fas, Nijerya, Gine, Senegal, Habeşistan, Tanzanya, Somali, Filistin, Yemen, Suriye, Arakan, Bangladeş, Hindistan, Pakistan, Afganistan, Özbekistan, Kırgızistan gibi diyarlardan bu gençler, her renkten, değişik dillerde, mahallî kıyafetleriyle, kendi dilleriyle ilahîler okuyorlardı.
*
O sırada, 'gönül coğrafyamız' deyimiyle ruhlarımızdaki coğrafyanın sınırlarını her zeminde zarafetle dile getiren Tayyib Bey'in telefonu geldi, bayram tebrikatını ve bütün o gençlere selâm ve muhabbetlerini bildirdi. Bu sürpriz, o gençlerimizin gözlerindeki sevinçli ışıltıyı daha bir parlattı. Birkaç dakika sonra Meclis Başkanı Mustafa Şentop Hoca da gençlerimize telefon bağlantısıyla 5 dakika kadar hitab etti ve 'Bunu saymıyorum, bu kardeşlerimizi, daha sonra İstanbul'da ayrıca bir ağırlayalım.' arzu ve vaadini dile getirdi.
*
Şahsen, gönlümde İslâm Milleti'nin geleceğine dair ümidler daha bir yeşerdi ve istikbale dair daha bir ümidle ayrıldım.
Merhûm Necîb Fâzıl ne demişti?
'Bir gün akşam olur, biz de gideriz.
Kalır dudaklarda şarkımız bizim.'
*