Mâdem ki, İran çok merak konusu; o halde, biraz daha konuşalım

İran'da kolayca durulmayacağı anlaşılan son hadiseler çoğu kimseyi yakından ilgilendiriyor. Bu satırların sahibinin İran'da uzun yıllar yaşamış birisi olması hasebiyle, karşılaştığı hemen herkesin, 'İran'da olup bitenleri nasıl yorumlamak gerektiği' sorusuna muhatab oluyor; geçen hafta içinde iki ayrı makale yazdığım halde, daha fazla konularla birlikte.

Halbuki, bir kimsenin bir ülkede uzuuun yıllar yaşaması, o ülkede olan bitenin künhüne vâkıf olmasını gerektirmez. Eğer öyle olsaydı, ömrümün ilk 35 yılını kesintisiz olarak geçirdiğim bu ülkede olan biten her şeyi bilmiş ve anlamış olmam gerekirdi.

Ama, bu satırların sahibi İran'da ve Doğu'da kaldığı kadar da Almanya ve diğer Batı Avrupa ülkelerinde de kaldı, ama, hiç kimse, 'N'olacak bu Almanya'nın hali?' diye sormuyor. Demek ki, İran konusuna özel bir ilgileri var, ona yükledikleri mânâlara göre.

Bu tabiî de. Çünkü İran coğrafyası, bugün hangi rejimin elinde olursa olsun, tarihî açıdan Müslüman coğrafyalarının en dikkat çekici köşelerindendir ve son 500 yıl hariç, Müslümanların büyük ekseriyetine hitab eden büyük bilginler, bilgeler ve sanatkârlar diyarı olmuştu.

Son 500 yıl, bir Türk hanedânı olan Safevîler'in sultanlarından Şah İsmail zamanında, büyük kitleleri içine alamayan bir İslâm yorumunu kendisine resmî yorum olarak kabul eden İran diyarı, 45 yıl öncelere kadar Şahlar ülkesi olarak gelmiştir.

Milâdî-1977 yılının ortasında başlayan ve milyonların katıldığı dev kitlelerin hançerelerinden yükselen 'Allah'u Ekber!' sadâlarıyla Şahlık sistemi 1979 devrilmiştir. Ama uzuun asırlar 'Şah'lar tarafından yönetilmiş olan bir rejim, İslâm adına tesis edilse bile, Hz. Ali'den sonraki uzun asırlar boyunca bir uygulama geleneği, yeterli alt yapısı ve kadro hazırlığı olmadığından, sadece Şah rejimini deviren oldukça karizmatik ve inanç açısından da şia mezhebine göre müçtehid derecesinde olan Rûhullah Khomeynî isimli bir âlimin rehberliğinde gerçekleşen bu İnkılab hareketinin nasıl bir sistem getireceği tahmin edilemiyordu. Ve konudaki ümidleri, hayalleri, İnkılab'ın hemen sonrasında, Saddam Irakı'nın saldırmasıyla patlak veren 8 yıllık İran-Irak Savaşı ve yarım milyonu bulan insan kaybı ve savaşın getirdiği diğer viraneler, havaya daha bir savurmuştu.

*

Bu vesileyle eklemeliyim ki, şia mezhebince âlim- ulemâ veya molla ya da ahund denilen ve İslam konusunda halkın diğer kesimlerinden daha derinlikli olarak bu konulara vâkıf oldukları kabul edilen sosyal sınıfın, bizim toplumumuzdaki yanlış yerleşmiş bir kanaatle, 'ismet sahibi/ mâsum', yani günahsız ve günah işlemez kabul edildiği sanılıyor; hattâ belli bir İslâmî kültüre sahib insanlar tarafından bile. Bu yüzden belirtelim ki, Şia mezhebinde 14 tane 'mâsum' vardır. Hz. Peygamber (S) ve Hz. Fâtimâ ve en başta Hz. Ali olmak üzere, 12 İmam'ın mâsumiyetine ve bunların sonuncusu olan ve Mehdi olarak isimlendirilen 12'nci İmâm'ın ise şu anda gaybûbet-i kübrâ merhalesinde olduğuna ve bir gün döneceğine inanılır.

Ama, şehinşahlık denilen saltanat sisteminden sonra yeni düzenin kurulmasının kolay olmayacağı açıktı. Bizde de saltanat bertaraf edildikten sonra, -kansoyuna olmasa bile- resmî ideolojiye dayalı olarak tesis olunan bir 'ideolojik saltanat' henüz de bertaraf edilmemiş durumda değil midir?

İran'da da, Şahlık sistemi devrildikten sonra getirilen 'Velâyet-i faqih' anlayışına dayalı bir itiqadî sistem getirildi.

'Velâyet-i faqih.' sistemi, yani, Müslüman toplumun, İslâm konusunda feqahat (derin bilgi, ilim sahibi) bir faqih'in velâyeti altında, yönetileceği tezine dayandırılıyor. Ve bir Kaanun-ı Esâsî /Anayasa vardır, ama, Veliyy-i faqih'in reyi, anayasanın da üstündedir.

Sizin anayasanız da, topluma, bir kişinin ilke ve devrimlerinin temeli üzerinde sunulmamış mıdır? Yani, denilebilir ki, 'Özü itibariyle yok aslında birbirinden farkımız.'

*

'İran'ın sıkıntıları nelerdir?' derken, bu gibi konuların göz önüne alınması gerekir.

İran'ın Müslüman dünyası içinde ayrı bir kutup halinde olması emperyalist güçleri ve onlara kuklalık edenleri elbette sevindirir. Çünkü bu ayrılık, halklar arasındaki ayrılık inanç ve duygu ayrılıkları seviyesindedir. Müslüman coğrafyalarındaki öteki rejimler arasındaki ayrılıklar ise, genelde, halklar arasında değil, rejimler ve yönetici kadrolar arası sürtüşmeler seviyesindedir. Ama şiî -sunnî gibi ayrımlar, nazarî olarak, 'Ehl-i Kıble olan tekfir edilmez.' ölçüsüyle mülayemetle karşılansa bile, pratikte soğuk rüzgârlara engel olamamakta. Azlıkta olanların daha sert oldukları da bir ayrı gerçektir.

Bu yüzden, yüzde 80 kadarıyla diğer Müslüman toplumlarından ayrı bir İslâmî yoruma bağlı hale getirilen İran toplumu, diğer Müslüman toplumlarla kaynaşmakta çok sınırlı ve kapalı kaldı.

Bu durum, belki asırlarca daha devam edebilirdi, ama hele de son çeyrek yüzyılda bütün dünyayı kuşatan 'dijital çağın iletişim imkânları' ve saldırılarının karşısında kalan bu toplumun en azından bazı kesimlerinin sukûnet içinde olması düşünmesi beklenemezdi.

Nitekim zaman zaman iç karışıklıklar, sosyal patlamalar meydana gelip durmakta.

10 gün önce bir kızın kurallara aykırı bir kıyafeti dolayısıyla irşad ve nasihat merkezine götürülmesinden sonra vefat etmesi, bir cephaneliği havaya uçuran bir küçük kıvılcım etkisi yaptı.

Bir kişinin ölümüne itiraz için sergilenen protestolarda anlaşıldığına göre 50'yi aşkın insan daha öldü. Daha fazlası da olabilir, bir iç-savaş boğuşması bile çıkabilir. Çünkü 45 yıla yakın zamandır, ağır bedeller ödeyerek kurmaya çalıştıkları bir sistemin yıkılmaması için direnecek büyük kitleler de vardır.