‘Mâzi kitâbelerde okur ihtişâmını; ağlar kitâbelerde kalan itibârına..'

Resmî söylemler 100. yıla kilitlenmiş gibi... İnşaallah, '12 Eylûl 1980 Askerî Darbe Zorbalığı' günleri sonrasında, Kenan Evrenvarî bir çılgınlığa dönüşmez bu durum... O zaman, bir '100. doğum yıl dönümü' dolayısıyla heykelsiz il ve ilçe, büstsüz ve fotoğrafsız resmî daire ve kalmayacak emirleri veriliyor, hattâ bazı özel işyerleri bile bu yarışta geri kalmamak dikkatiyle olmadık hokkabazlıkları sergiliyorlardı... (Daha trajikomik olanı da ekleyeyim: 15 yıl öncelerde, üstün zekâlı lise ve üniversite gençleri oldukları belirlenmiş 20 kadar genç, Milli Eğitim Bakanlığı'nca ödüllendirilmek adına, Almanya'ya gönderilmişti. Onlarla Almanya'nın büyük bir şehrinde karşılaşınca, 'Sizin dikkatinizi bu 15 günlük gezi boyunca en çok ne çekti?' diye sormuştum. Birisi, 'Âbi, burada filanın hiç fotoğrafı yok!.' demişti...

Evet, kendi ülkesindeki 'ikon'laştırılmış tiplerin fotoğraflarını Almanya'da bile arayan bir tuhaf üstün zekâlılık örneği...)

Bu nokta, bizim toplumumuzu, dünyada Kuzey Kore seviyesine düşürüyor...

Halbuki, 1973'leri, 50. yıl dönümünü düşünüyorum... -Nüfusun yüzde 70'inin köylerde yaşadığı o dönemde-köylerde bile, en çok tartışılan konu, 50 yılın bir bilânçosunu çıkarmaktı...

Erbakan ve kadrosunun, siyasetten bir şey beklemeyen, hayata küsmüşçesine kenarda bekleyenlere, 'Siyaset, yani, kendimizi, fert ve toplum olarak kesin doğru olduğuna inandığımız değerler ölçüsüne göre yönetmek işidir...' mesajı verdiği günler...

Evet, tartışılamamış ve sıkboğaz edilmek durumunda kaldığımız bir 50 yıldan sonra, sosyo-politik sahaya, mevcut kanunlar yoluyla çıkış hamlesinin mayalandığı günler...

Şimdi, hemen her resmî ağız, 100. yıla kenetlenmişken, 95'inci yılını yaşadığımız bir büyük tepeden inmeci, dârağaçlarıyla dayatılan ve resmî ideolojiye 'kurşun asker' yetiştirmek hedefini güden, jakobenist saldırının 1928'de yaşananından ne kadar haberdarız?

*

Cumartesi günü, Birlik Vakfı'nın Çemberlitaş'taki merkezinde, son dönemin büyük hattatlarından M. Halîm Özyazıcı'nın 69. vefat yıl dönümü dolayısıyla Prof. Hüsrev Subaşı dostumuzun 2 saati aşkın bir konferansı vardı... Hüsrev Hoca, merhûm hattatın, büyük çoğunluğu âyet ve hadislerden oluşan hat örneklerinden onlarcasını heyecanla gösteriyordu ve büyük bir kitle, sadece bakıyorduk çünkü okuyamıyorduk...

Merhûm Prof. Teoman Dural, 'Rusya ve Çin, komünist devrimler yaptı ama yüzlerce- binlerce yıllık yazılarına dokunmadılar... Meğer ülkenin kalkınması için engel alfabe miydi? Milletin sosyal hâfızasının DNA'sı ile oynandı!' diyordu, kısaca...

Evet, dahasını söyleyelim, Mahatma Gandhi, Hindistan'da binlerce yıllık Hint alfabesine dokunmadı... Yahudiler 2 bin yıl sonra yeniden devlet kurduklarında, İbranî alfabesini ihya ettiler... Yunanlılar yüzlerce yıl Osmanlı'nın hâkimiyetinde kaldıkları halde, Grek alfabesini; Balkanların Slav kavimleri de Rus Kiril alfabesini terk etmediler... Ermeniler ve Gürcüler de kendi dilleri için asırlarca önce hazırlanmış alfabelerini ihya ettiler...

Biz ise bizi parça-parça eden emperyalist dünyanın 'aferin'lerini kazanmak için, en büyük darbelerden birisi olarak, sadece aslî inancımızın temel kitabı Kur'an'ımızı değil, kadîm kültürümüzün eserlerini ve hattâ mezar taşlarımızı bile okuyamaz hale geldik...

Evet, merhûm Halîm Özyazıcı'nın fevkâlade güzel hat sanatı örneklerini seyrederken, bana da merhûm Ârif Nihat Asya'nın şu kor parçası beytini, 'Mâzi kitâbelerde okur ihtişâmını, ağlar kitâbelerde kalan itibârına...' diye mırıldanarak hayıflanmak düştü.

*

NOT: 28 Eylül öğleden sonra Üsküdar Belediye Başkanı Hilmi Türkmen Bey'le bir görüşmem vardı. Üsküdar'da Belediye Başkanlığı'nda 10 yılı dolmak üzere Hilmi Türkmen Bey'in çalışmalarını, hizmetlerini, sık sık Üsküdar'a gittiğim için, esasen dikkatle gözlemlemek imkânı buluyorum. Bu vesileyle, özellikle Üsküdar, Fatih ve Eyüpsultan semtlerinin, Müslüman İstanbul'un ruhunu ve atmosferini yansıtmakta diğer semtlerinden daha seçkin bir durumda olduğunu ayrıca belirtmeliyim.

*

Bu vesileyle Üsküdar- Fıstıkağacı'nda bir yetim yurdundan da bahsetmeliyim. Geçen hafta, (Prof. Ümid Meriç Hanımefendi'nin annesi, -tabiatıyla, merhûm Cemil Meriç'in de refikası-) merhûme Fevziye Meriç'in hayrına olmak üzere, tesis olunan 'Çocuk Destek Eğitim Merkezi'ni de ziyaret ettim... O ziyaret sırasında, genelde anne veya babası olmayan ve çoğu 7 ilâ 12 yaş arası 75 kadar çocuğun eğitim gördüğü bu kurumda, 30 Eylül sabahı bir kahvaltı verileceği belirtilerek davet edildim.

Kahvaltıya yetişemediysem de oradaki programın devamında 40 dakika boyunca, o yavruların yüzlerindeki mâsumiyet ve mahzûn bakışlar bana, çocukluk yıllarımı hatırlattı... Kendi köyümde ilkmektep olmadığından komşu köydeki okula çarıkla ve yırtık-pırtık kıyafetlerle gittiğim ve yağmurlu-çamurlu günlerde, ayağım çamura saplanıp, çarığın ipleri de kopunca, çaresiz kaldığım günleri hatırladım.

Bu çocuklar ise, hamdolsun ki bizim çocukluk dönemimizdeki yoksullukları hayal bile edemiyorlar. Çünkü hele de Tayyip Bey'in belediye ve devlete kazandırdığı yönetim anlayışıyla; yetim, öksüz ve çaresiz çocuklara daha bir ayrı hassasiyet ve itina ile bakılmakta... Ve bazı vakıflar ve benzeri hayır kurumları da, 'Bizim Peygamberimiz de bir yetimdi...' hatırlatmasıyla, bu gibi mâsum yavrular üzerine, daha bir aşkla kol-kanat germeye çalışıyorlar.

*