Okuyucularla; kısa-kısa…

Son 10 gündür İstanbul- Malatya, tekrar İstanbul ve sonra, İstanbul- Samsun

arasında yollardayım.. Birkaç gün sonra yine İstanbul'a döneceğim; inşaallah...

Star'da 6 seneyi aşkın bir süredir, yazı günlerimde hiç bir aksamaya meydan vermeden, doğru olduğuna inandıklarımı okuyucuyla paylaşmaya çalıştığım gibi, bu yolculuklar sırasında da bu hususa dikkat ediyor ve yazılarımı uçakta da yazmaya çalışıyorum.

Ama, uçak, bazan kayalık bir yolda sarsıla-sarsıla ilerleyen kocaman bir TIR gibi havada adetâ yan yatacakmışcasına sallanırken; yazılarımda da bazı harf ve kelime kaymaları da olduğunu sonra farkediyorum...

*

Geçen gün Bafra'daydım... Orada bizim değerler dünyamızın bağlılarından dinlediğim ve faydalandığım bilgiler edindim...

Bazı kardeşler, sohbetlerimizde geçen bazı konulara yazılarımda da değinmemi istediler.

O sırada Berlin'den bir dost telefon etti. 'Yazılarında bazı eleştirileri üstü kapalı olarak yazıyorsun.. Sevdiğimiz kimseleri, yanlış yaptıklarında uyarmazsak, hatalarından nasıl haberdar olacaklar? diyerek kibarca bir serzenişte bulundu...

Bu vesileyle belirteyim ki, bu satırların sahibi, eleştiri yapmak adına kendi ayağına kurşun sıkmak durumuna düşmemek dikkatindedir, inşaallah...

Doğru olduğuna inandığımız bir konunun doğru muhataba, doğru zamanda ve doğru bir uslûb ile ulaştırılması; hele de başkalarının hayal gücünü ve memnuniyetini coşturacak veya kızgınlığını nefrete dönüştürecek beyanlardan kaçınmak da esas olmalıdır.

Bir de 'psikolojik savaş' çağında bizim hiç düşünmediğimiz bir sözümüzün başkaları tarafından hiç olmayacak şekilde aleyhimize kullanılması mümkündür.

Bir sene öncelerde üstü kapalı bir eleştiri cümlesi yazmıştım. Kemalist-laik ideolojinin bayrakdarı olan bir gazete, hemen, 'yandaş gazeteden ağır eleştiri...' diye haber yapmış, bir ideolojinin yandaşı ve candaşı, hattâ 'taparcasına kutsayıcısı' olduğu halde, oklarını üzerimize çevirmişti..

Evet, sözlerimiz doğru olduğuna kesin olarak inandığımız aslî ölçülerimizin süzgecinden geçmelidir, ama bu yetmez... Tekrarlayalım: Doğru sözü, doğru zamanda, doğru muhataba ve doğru bir uslûbla dile getirmek gerekir... Aksi halde, fayda değil zarar elde edilir ve hattâ fitneye bile sebep olmak durumu ortaya çıkabilir.

Bu bakımdan, uygulamalarımızda olabildiğince yanlışsız davranmak kadar, kullandığımız kelimelerlde de aynı dikkati kullanmak zorundayız... İnanç ve ideallerimizle süslenen hedeflerimizin kendimiz için olduğu kadar bütün insanların da hayrına olduğuna inananlardan birilerinin, nice tökezletme çabalarına ve istediğimiz sür'atte olmamasına rağmen inancımızın, dâvamızın bayrağımızın adım adım ilerlemesi ve yükseltilmesine de, 'Bu çorbada bir fiske tuz da benden bulunsun...' diyerek yardımcı olmaya çalışmalıyız... Yanlış veya tehlikeli gördüklerimizi elbette söyleriz, söylüyoruz da... Ama, 'Bizim tarafta eleştiri yok...' zannedip ve de kendi aslî ölçülerimize göre 'kap-karanlık' çevrelerin 'aydın' nitelemesine, alkışına nail olacağız diye, kendi kalesini topa tutan kimseler gibi olmamaya da dikkat etmek zorundayız.

Ama, hele de sosyo-ekonomik şartlarda bir takım sıkıntılar olunca, öyle müslüman kalemler var ki, 20 sene öncelerdeki C.Başkanı ANS'ye, yalvarırcasına, 'N'olur, devlet bir babalık yapsın bu kızlarımıza..' diye yalvarıp, feryad'u figan edenlerin bugün karamsarlığın ötesinde, bir de muhalefet partilerinin korosuna dahil olmaları hayret vericidir.

Ve unutulmasın ki, milletimizin aslî değerleriyle mücadelede olanların, kendi aralarında da derin ve hattâ düşmanca kavgaları ortaya çıkınca, belli odakların hemen devreye girip birbirlerine yaptıkları hakaretleri, 'Yanlış anlamışız...' diye nasıl geri aldırdıklarını görmedik mi?

*

Bazı okuyucular, 'Gerçek mânada İslâm kardeşliğinden uzağız...' dedikten sonra, buna delil olarak, ' türkçe dışındaki mahallî dillerde bayram kutlaması yapılamaz.' diyor...

Şahsen böyle bir baskının bugün sözkonusu olmadığını düşünüyorum.

Ama, şunu da unutmayalım ki, her devlet kendisini tehdit edebilecek konulara karşı faşist yöntemlerle tedbir almaya çalışırken, korkularını vehim derecesine vardırır.

Bir diğer okuyucu devletlerin bayraklar konusunda abartılı iddialarda bulunmuş... Bayrakların taşıdığı renkler devletlerin hâkimiyet sembolüdür, halkların değil...

Bir diğer konu... Bir siyaset liderinin cedlerinin eşkıya olduğuna dair medyada yer alan iddialı ifadeleri aktarmakla, o nitelemenin bütün Dersimliler için söylenmiş kabul etmenin çok haksızca bir çarpıtma olduğunu belirtmekle yetineyim.

*

Bazı okuyucular da, 'Kavm-i necîb, tebâ'y-ı sâdıqa' veya 'millet-i sâdıqa' gibi niteleme sıfatlarının, sadece Ermeniler, ingilizler ve arablar için de kullanılmış olduğunu yazmışlar... Ferd ve toplumların en üstün oluşunun ölçüsünü, Kur'an-ı Mubîn, ('Sizin en üstününüz, taqvâ ve fazilette, Allah'ın hükümlerine en çok riayet edeninizdir...) meâlindeki âyetiyle vermektedir.

*

Bazı okuyucular da, Mehmed Görmez Hoca'nın din ve siyaset konusunda son günlerde yaptığı bir konuşmada dile getirdiği görüşler etrafında değerlendirmelerde bulunup, konuya değinilmesini beklemekte olduklarını yazıyorlar.

Görmez Hoca'nın konuşmasının tamamını okumak imkânı bulamadım, son günlerdeki yolculuklarım sebebiyle... Ancak, hangisi olursa olsun, şu kadarını belirtelim ki, 'Din' insanın dünyaya bakışının ve dünyayı değerlendirişinin aslî çerçevesini oluşturduğuna göre, insanın sosyal -ve hattâ ferdî- hayatının tanzimine belirleyen siyasetin dinle ilişkisi konusu, derin ve geniş bir konu olup, bir 'entrikalar yumağı' halinde anlaşılması ve İslam adına denilerek o gibi entrikaların tezgâhlanmasına, İslâm'ın cevaz vermesi elbette ki düşünülemez.

O konuya da önümüzdeki günlerde değiniriz inşaallah...