Selahaddin E. ÇAKIRGİL
Selahaddin E. ÇAKIRGİL
Tüm Yazıları

Okuyucularla ‘Pazar Hasbihali'-‘Siyaset' bir ‘entrika yumağı' demek ise, işte böyle olmalı değil mi?

Almanya'dan Suheyl Taşçıoğlu isimli okuyucu diyor ki: 'Bu son siyasî gelişmelerde bir gizli el yok mu? Birilerinin kahraman haline getirilmesi lâzımdı. Pensilvanya'daki odağın akıl merkezlerinin, 'manipülasyon' taktikleri tekrarlanmadı mı?

Siz bu konuda 20 sene öncelerde 1999 Seçimleri' öncesindeki emperyalist oyunları Frankfurt'taki bir sohbet toplantısında, 100'den fazla arkadaşımızın karşısında açıkça izah etmiştiniz. O ses kaydını tekrar dinledim, ben yine aynı oyunların tezgâhlandığını görüyorum. Siz ne dersiniz?

O ses kayıtları çok yıpranmış. Ben size notlar halinde aktarayım. Belki teferruatı unuttuysanız, hatırlamanızda faydası olur: '

-Evet, hatırladım. Bugün de benzer uluslararası, hattâ okyanus ötesinde hazırlanmış entrikalar. Aman Allah'ım!..

Ama şaşırtıcı olan, şu ki, bir uluslararası oyun, herkesi kör, âlemi şaşkın yerine koyarak bu kadar açık oynanabilir mi?

Oynanıyor, o fesad ve entrika merkezleri çaresiz kaldığı zaman, bazı oyunları, âdeta, 'Yerseniz böyle!' diye dayatabiliyorlar.

*

O halde 25 yıl önceleri ve sonrasını bir daha hatırlayalım.

1997'deki 28 Şubat Askerî Darbesi'yle Erbakan- Çiller (veya Refah-Yol) Koalisyon Hükûmeti, 11'nci ayında iktidardan düşürüldüğünde, İçişleri Bakanı kimdi?

25 sene önceleri, 40 yaşlarında genç birisi olan o hanımefendi, Mehmed Ali Birand'a verdiği bir röportaj arasında, (gizlice kaydedilen görüşme esnâsında, Birand'a, bir gizli sırrını açarak ve de, Refah -Yol Hükûmeti'ni kasdederek) 'O hükûmeti, kadınlarla birlikte ben bozdum.' dememiş miydi?

Yani, bu gibi konularda bir hayli mahareti var. Kendisini o zamanlar 'taşranın kızı' olarak niteleyen ve amma, kendisinin, kolayca alt edilemeyeceğini sergilemek azmini yansıtan birisi.

*

Evet, Erbakan, 'laiklik bin yıl daha devam edecek.' şeklindeki en frensiz laik nutuklarla düşürülmüştü, ama sonra, bir türlü yeni bir Hükûmet kurulamıyordu.

Türkiye derin bir sosyo-ekonomik buhrandan geçiyordu. O zaman Türkiye'nin yıllık ihracat geliri 30-32 milyar dolar civarındaydı, bugünkü gibi 240-250 milyar sınırında değil. Türkiye, IMF ve Dünya Bankası'ndan aldığı borçların taksidlerini bile ödeyemiyordu. Uluslararası Para Fonu ( IMF) isimli kuruluşun İtalyan bir komiseri/ gözcüsü /müfettişi (adı, Cotarelli miydi, ne!) Türkiye'ye gelir, yeni projelerini dayatırdı.

Demirel Cumhurbaşkanı. Yeni hükûmetler kurmaya çalışıyor, ama darbeyle bertaraf olunan Refah Partisi olmaksızın, yeni bir hükûmet kuramıyordu.

Ve ekonomide de, yaprak sallanmıyordu. 1994 Baharı'nda İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Başkanı seçilen Tayyib Erdoğan, Müslüman halkımıza yön gösteren temel dünya görüşümüzün anlatıldığı ve 1920'lerde yazılmış bir şiiri okuyunca. Yer yerinden oynamıştı.

'Câmiler kışlamız, mü'minler asker; Minareler süngü, kubbeler miğfer. Allah'u ekber!' gibi mısraların yer aldığı o şiir; laik kesimi çıldırtmıştı.

Bu şiiri okuyan Erdoğan, ayrıca, 'Bir şey beni sindiremez; gökler, yerler açılsa, üzerimize tufanlar, yanardağlar saçılsa; biz oyuz ki; imanıyla övündüğümüz ecdadımız, titretici şeylere hiçbir gün diz çökmemiş; zaferlerin kapısı, Anadolu'nun tapusu Malazgirt'ten taa Çanakkale'ye, imanın geçilmez kalesine kadar, bizi zaferden zafere koşturan şey işte şu anda içinde bulunduğumuz inanç birliğidir. Bu yolda böyle yürüdük. Buralara böyle geldik!" de diyordu.

*

Bu şiir delil gösterilerek Erdoğan yargılanıyor, kısa bir yargılamadan sonra hapis cezası ile cezalandırılıyor, hattâ, 'Artık muhtar bile olamayacak!' gibi manşetler birinci sahifelerden kocaman manşetler halinde veriliyor, İstanbul Belediye Başkanlığı'ndan alınıyor ve hapse atılıyordu..

*

Diğer taraftan da, yığınla iç ve dış desteklerle tezgâhlanan terör eylemleri PKK örgütüne ihale ediliyor ve faili mechûl cinayetler ülkeyi daha bir sarsıyordu.

O sırada, PKK'yı Meclis'te temsil etmesine göz yumulan bir partinin milletvekilleri de apar-topar Meclis'ten atılıyor, kaçamayanlar tutuklanıyordu. (O günleri daha sonra anlatan -o zamanki ismi SHP olan) CHP'nin lideri Erdal İnönü, 'Yahu, bizi, 'Bu bölücüleri Meclis'e siz soktunuz'.' diye eleştiriyorlar. Halbuki o partinin ve adaylarının seçimlere ve Meclis'e sokulması bir devlet projesiydi.' demişti de kimse yalanlayamamıştı.

Demirel kıyıda-köşede kalmış bir takım isimleri başbakan olarak belirliyor, ama onlar da hükûmet kuramıyordu. Laik çevreler ise, 'Eyvah, şeriat gelecek.' diye bir heyûla icad etmişlerdi, manşetlerde ve ekranlarda.

Meydanlarda, 'Köylü çocuğu, hem de İslâmköylü' olduğunu iftiharla haykıran Demirel ise, 'Ben Çankaya'da olduğum müddetçe Şeriat filan gelemez; cesedimi çiğnerler, ancak öyle geçerler. Hem öyle bir Başsavcı tayin ettim ki, ateş parçası.' diyerek, 'taife-i laicus'u, ve -kendi deyimiyle, militan-Kemalist' olan V. Savaş isimli bir kişiyi daha bir yüreklendiriyordu.

*

PKK lideri olarak anılan kişi ise, karargâhını Şam'da kurmuştu.

Türkiye, -Suriye'nin , o zamanlar 30 yıllık diktatörü olan- Baasçı Hâfız Esed rejimi'ni tehdid ediyordu; 'Onu ülkenden çıkar!' diye.

Hâfız Esed ise, 'O bizde değil.' diyordu. Demirel ise, Şam'a gidiyor ve Hâfız Esed'e, 'Buyurunuz, arabamla sizi onun bulunduğu yere götüreyim.' diyordu.

Bu arada, içerde de 'güvenlik toplantıları' yapıyor ve 'Şam'a gidip, PKK elebaşını orada etkisiz hale getirmek veya alıp gelmek'ten söz ediliyordu. Evet, Şam'a, öyle bir operasyon çekilebilirdi, ama, 'Ya, buhran, uluslararası bir gerilime dönüşürse???' ihtimali, düşündürüyordu..

Ve Türkiye'nin askerî müdahaleden başka bir çaresinin kalmadığı hissettirilince, o zamanki Mısır lideri Hüsnü Mübarek yarım günlüğüne Ankara'ya gelip görüşmeler yapıyor ve aldığı mesajı Şam'a, Hâfız Esed'e bildiriyordu. Ve Şam, PKK elebaşını Moskova'ya veriyor, oradan da İtalya ve sonunda Yunanistan'a gönderiliyordu. Ve Yunanistan da onu Güney Kıbrıs'a ve oradan da Kenya'ya gönderiyordu.

Çok yüksek gerilimli günler. Avrupa başkentlerinde Türkiye'yi protestolar, kendini yakma şeklinde intihar eylemleri vs.

*

Ama Türkiye'de sosyo-ekonomik yapı tamamen çökmüştü. Demirel, artık, bir azınlık hükûmeti kurduruyordu, Ecevit'e. Bu arada laik rejimce, Başörtüsü yasaklamalarının korkunç zorbalıkları sergileniyor ve büyük halk kitleleri kan ağlıyordu.

'Erken Seçim' isteklerine ise, 'Derin Devlet'in, kesinlikle (HAYIR!) dediği yansıyordu, medyaya. Çünkü Erbakan'ın Refah Partisi'nin tek başına iktidara geleceğinden korkuluyordu.

*

Ve 16 Şubat 1999'un sabahı, ortalığın yeni yeni aydınlandığı saatlerde, Ecevit, ekranlarda heyecanlı bir şekilde gözüküyor ve 'Bu sabah itibariyle, saat 03.00'ten itibaren Öcalan Türkiye'dedir.' 'müjde'sini veriyordu.

Sonra anlaşılıyordu ki, Amerikan emperyalizmi, Türkiye'de daha büyük bir sıkıntıyla karşılaşmamak için, Öcalan'ı Kenya'dan almış, idâm edilmeyeceğine dair devlet garantisi alarak Ankara'ya teslim edilmişti. Ve Öcalan'ın o gece Türkiye'ye getirileceğinden sadece 4 kişi haberdârdı, Ecevit'e göre. 'C. Başkanı Demirel, Başbakan olarak kendisi, MİT Müsteşarı ve Genelkurmay Başkanı.'

Teslim eden, tekrarlayalım, Amerikan emperyalizmi!

Daha da ilginç olan ne miydi?

Ecevit, 'Amerika Öcalan'ı bize niye verdi, anlamadım.' diyordu.

Halbuki Amerikan emperyalizmi, bu 'büyük kahramanlık' gösterisinin, Ecevit'in seçim kazanması için yeterli olabileceğini hesaplamıştı.

Nitekim, birkaç gün sonra, 'Derin Devlet'in, 'Erken Seçim'e, (EVET!) dediği açıklanıyordu ve 19 Nisan 1999'da da seçimler yapılıyor ve bu manipülasyon öncesine kadar birinci gözüken Refah Partisi yüzde 15 oyla, 3.lüğe geriletiliyor, Ecevit'in DSP'si ise, yüzde 22 ile birinci parti haline geliveriyordu!

Erbakan yüzde 22 ile başbakan olduğunda, 'Kemalist-laikler', 'Demek ki, yüzde 78 size karşı.' diyorlardı, koro halinde, medya organlarında. Ama Ecevit'in yüzde 22'yle başbakan olması, 'bütün milletin iradesi' gibi gösteriliyordu. Ahh, bu demokratik ve matematik hokkabazlık!

*

Şimdi, bir de son manipülasyona bakalım.

Zavallı KK Bey, limon gibi sıkıldığının ruhî sancılarını yaşıyordur şimdi. Çünkü, 'Erbakan-Çiller Hükûmeti'ni ben dağıttım.' diyen hanımefendi yine sahnede.

Hapis cezası alan bir kişiyle, büyük bir zafer kazanmış oğlunu kutlayan bir anne görünümünde, öylesine samimî bir şekilde kucaklaşıyor ve o 'oğul' rolündeki kişi de onun sırtını öyle sıvazlayarak karşılık veriyordu ki; siyasî entrika çarkı ancak bu kadar açıkça sergilenebilirdi herhalde.

*