Mustafa Sabri Beşer
Mustafa Sabri Beşer
Tüm Yazıları

Pahom'un mezarını ziyaret ettik

Modern ve seküler dünya bize Pahom Sendromlu hayatlar sundu. Biz de yıllarca bu sendromla koşturarak koca bir ömrü heder ettik. Ancak yaşadığımız deprem Pahom Sendromlu hayatlarımıza bir panzehir etkisi yaptı.

Peki, nasıl oldu bu?

Buyurun birlikte anlayalım:

Tolstoy'un "İnsan Ne İle Yaşar" adlı eserindeki bir kahramanın adıdır Pahom.

Pahom, ucuz fiyattan toprak satın almaya çalışan açgözlü bir çiftçidir. Uzak bir diyarda cömert bir kralın çok geniş ve verimli toprakları olduğunu ve kendilerine verilen hediyeler karşılığında topraklarından verdiğini duyar. Hemen hediyelerle dolu bir arabayla bu kralın bölgesine gider ve önüne gelene hediyeler verir. Kralın adamları cömert çiftçiyi misafir edip, ağırlarlar. Sabah olur kral gelir:

"Sen bize hediyeler verdin. Biz de sana bir hediye vermek isteriz ama senin için değerli olan nedir onu bilmiyoruz. Sana ne versek mutlu olursun?" der.

Pahom, içinden gülümser. Tam sırasıdır, eliyle dere kenarındaki toprakları gösterir: "Oradan biraz toprak verin. İşte o zaman mutlu olurum." der ardından ekler: "Ancak ben bir çiftlik kurmak istiyorum. Çok geniş topraklar isterim." der.

Oradakiler kahkahayla gülerler. "İstediğin kadar toprak senin olsun." derler.

Kral devam eder:

"Şu küreği eline al, gittiğin yerlere küçük çukurlar aç, akşama kadar çukur açıp belirlediğin yerlerin arasındaki topraklar senin olsun. Ancak bir şartımız var; güneş batmadan tam buraya dönmen gerek! Eğer güneş battıktan sonra dönersen toprak vermeyiz." der.

Pahom çok sevinir. Hemen yanına su ve yiyecek alarak yola koyulur. Dereye paralel giderek aralıklarla küçük çukurlar açar. Akşama kadar ne kadar yol gitse bu tarlalar onun olacağı için hem hızlı yürür hem de bu topraklarda yapacağı çiftliği hayal eder.

Öğlene kadar dereye paralel gider ama sol tarafındaki tepelerden birine de işaret koymak ister. "Bu tepede bir ev yaparsam bütün araziyi görürüm. Böylece kimse topraklarıma giremez." diye düşünür.

Sırılsıklam ter içinde tepeye çıkar ve işaret koyar. Az ileride daha güzel bir yer daha görür ama zaman geçmeye başlamıştır. Pahom, ilerideki o güzel yeri de almak için koşmaya başlar.

O güzel yeri işaretlerken derenin karşı yakasından da bir yer alıp, toprakları için gerekli olan suyu garanti eder. Ancak geciktiğini anlayıp hızlanır.

Göğsü daralır, nefes almakta zorlanır ama Pahom dayanır. Sonuçta bir gün zorluk çekecek ama sonsuza kadar zengin olacaktır.

Güneş ise dağlara doğru hızla kaymaktadır. Pahom koşmaya başlar. Sonunda kral ve adamlarını sabahki tepenin üstünde toplanarak kendisine baktıklarını görür. Tepenin yarısına vardığında güneş batar. Son bir hamleyle koşarak tepeye çıkar ve sevinir, çünkü bu tepeden hâlâ güneş görünmekte olduğu için bahsi kazanır.

Kralın adamları alkışlarla kendisini tebrik ederler ancak Pahom nefes alamamaktadır. Oraya yığılır ve ölür. Pahom'u o tepeye gömerler. Onca geniş araziden açgözlü Pahom'a tepe üstünde iki metrelik toprak kalmıştır.

Evet, işte bizler bu sıralar aynen o açgözlü Pahom gibi her şeye sahip olmak isteyen, daha zengin olmak isteyen, daha fazla mal sahibi olmak isteyenlerin hayatını yaşıyoruz.

Yaşadığımız deprem Pahom Sendromlu hayatlarımıza adeta panzehir oldu.

Akşam yatağa zengin olarak girenler sabaha fakir olarak uyandılar.

Akşam yatağa onlarca evi olarak girenler sabaha evsiz kalıverdiler.

Akşam yatağa mükellef sofradan kalkarak girenler ertesi gün aç kalıverdiler.

Akşam yatağa fabrikatör, patron olarak girenler ertesi gün bir vince muhtaç olarak uyandılar.

Akşam yatağa ailesinin ve sülalesinin ne kadar büyük olduğunu düşünerek girenler ertesi gün tek başına uyandılar.

Uyananlar yine de şanslı sayılırdı! Zira Efendimizin (sav) buyurduğu üzere: "Sizden hanginiz canı ve malı emniyet içinde, vücudu sıhhat ve afiyette, günlük azığı da yanında olduğu halde sabahlarsa, sanki bütün dünya kendisine verilmiş gibidir."

Deprem bölgesinde yardım faaliyetlerinde bulunan ünlü aşçı Mehmet Yalçınyaka'nın aktardığı bir anekdot ise yeterince ibretler barındırıyor: "Adamın bir fabrikası, bir binası, üç Mercedes'i varmış. Bina gitmiş, hepsi altında kalmış; bizden bir kilo pirinç istiyordu. Dünya bu kadar!..."