Ýnsan tabiatý, La Fonten’in “Cýrcýr Böceði ile Karýnca” hikayesindeki cýrcýr böceði karakterine benzer; günü yaþamaya meyyaldir. Yokuþu týrmanýrken verdiði sözleri, düzlüðe çýkýnca unutur. Aslýnda duygusuyla deðil, bilgisiyle hareket etmesi gereken; bilinçli yaþamasý beklenen tek varlýk da insandýr.
Zaten zor imtihan da budur. Allah, hem bu dünyaya; dönüþü olmayan bir imtihan için geldiðimizi bildirmiþ hem de bütün cevaplarý vermiþ. Gel gör ki insan, o cýrcýr böceði gibi sayýlý dakikalardan ibaret kýsa ömründe, gününü gün edip sonraki sosuz cezayý düþünmeyen “bilinçsiz” davranýþýný tercih ediyor genelde.
Neyse… Giriþ faslýydý; fazla uzadý, yoksa kimseye nasihat edecek halim yok. Benim bu imtihaný ne kadar baþarabildiðim de; süre bitince belli olacak.
Bugün niye buradan baþladýðýma gelince…
Bakýyorum “EvdeHayat” baþlayalý bir “iç muhasebe” furyasýdýr gidiyor. Herkes üslubunca geçmiþi sorguluyor; “meðer ne kadar çok yanlýþ yaptýðýmýzý” vurguluyor. Hýzlý tempoda unutulan, kýrýlýp dökülen ne varsa bir bir hatýrlanýyor.
Bu, elbette çok güzel. Ama bu güzelliðin kalýcý hale gelmesi, þimdiki “meðer”lerin; salgýn savýldýktan sonra da unutulmamasýyla mümkündür. Zaten “imtihan” da bu... Önemli olan, “normal”e dönüldüðünde, tekrar “keþke”ler üretmemektir.
Bir kere bireyden toplum ve devletlere kadar, o “hayhuy”larýn tamamen kendi ürettiðimiz bir hengâme olduðunu, vazgeçilmez zannettiðimiz koþturmacanýn tamamen izafî ve deðiþebilen bir düzen olduðunu herkes gördü. Çok deðil, daha bir ay önce “asla deðiþmez” zannettiðimiz gündeme dair tek kelime etmiyoruz bugün.
O halde hayatýmýzý; “vazgeçilmez önceliklerimiz”e göre belirlersek, “keþke”lerimizi asgariye indirmiþ oluruz diye düþünüyorum.
“Unutursun diye çok korkuyorum…”
Mesela bugün saðlýk çalýþanlarýna; özellikle devletin duyduðu þükran ve minnet, “kalýcý” olacak mý acaba?
Bu sorunun cevabý devletin uygulamalarýyla anlaþýlýr. Þayet “ücretsiz yolculuk” gibi iyileþtirmeler için, koronavirüsün ömrü hesaplanarak “3 ay” denmiþse bu büyük bir yýkým olur. Kaldý ki, bu çapta olmuyorsa da Türkiye’de saðlýk çalýþanlarýnýn fedakârlýk zorunluluðu hiç bitmiyor.
Salgýnýn seyri, tedavi çabalarýnýn akýbeti gibi konularda saðlýklý bilgi almak ve yapabileceðimiz katký olup olmadýðýný sormak için sektörün nabzýný tutan görevlilerle sürekli diyalog halindeyim. Þu an için saðlýk personelinden 700’e yakýn insanýn virüs kapmasý hatta bazýlarýnýn hayatýný kaybetmesi “bile bile lades” türü bir görev hassasiyetinin sonucudur. Bu denli fedakârlýkla bu hizmeti yürüten kadrolar, özellikle devletin sergilediði farkýndalýk ve teveccühten çok mutlu ama bunun koronavirüs ile birlikte bitmesinden de çok endiþe ediyorlar. Öyle olmayacaðýnýn þimdiden hissettirilmesi onlar için iyi bir motivasyon olacaktýr ki bunu çoktan hak etmiþ durumdalar. Mesela toplu taþýmada saðlanan kolaylýðýn, öðretmenlerde olduðu gibi “indirim”e dönüþtürülerek kalýcý hale getirilmesi ve özellikle büyük illerde bu dönemde zarureti çok daha fazla anlaþýlan, öðretmenevleri türü misafirhaneler oluþturulmasý ilk adýmlar olabilir.
Anlayacaðýnýz, saðlýk çalýþanlarý “ayrýcalýk” deðil, devletin diðer hizmet sektörlerinde saðlamýþ olduðu sosyal imkânlar benzeri bir “güncelleme” istiyor.