Toplumdan kopuk aydın profili...

Aydınlanma hissi bizde iki tür tesire yol açmıştır; ilki ‘’halk bilmiyor biz biliyoruz’’ tavrı, diğeri ise ‘’cahil kalmış halkı aydınlatma’’ya dair görevseverlik...

Aydın/ Halk ikilemi, Cumhuriyetle başlamadı, modernleşme serüvenimizin en başından beri aydın krizi yaşıyorduk zaten... İlk modernleşme hamlelerimizin 1800’lerin başlarında ve ‘’Batı karşısında biz niçin mağlup oluyoruz’’ sorgusuyla başladığını zikredelim evvela. Bunu 1839 Gülhane Hattı Hümayunundan itibaren, meşrutiyetler takip edecektir. Parlamentolu bir meclisin vazife başında olduğu, vekillerin serbest seçimlerle seçildiğini düşünecek olursak, 1876’daki Kanun-i Esasi’den bu yana kayda değer bir anayasaclık ve parlamento deneyimine sahibiz.

Aynı yıllarda Batı karşısındaki yenilgilerimiz üzerine kafa patlatan, Batı’ya okumaya gidip, orada dergi ve gazete çıkartmaya kadar garp tecrübesi edinen genç bir aydın zümresi vardı. Genç Osmanlılar, ülkenin makus kaderini nasıl değiştirebiliriz gibi samimi bir soruyla yola çıkıp, ardından ülkesinden ve kendi insanından soğuyacak kadar rijit bir komlpekse, karamsarlığa kapılan aydınlardı. Emperyal bir sosyolojiyi, ulus devlet gözlükleriyle okumaya kalktıklarından, başıboşluktan, kadercilikten, gevşeklikten başka bir şey görmüyorlardı kendi ülkelerinde. Halbuki Osmanlı ne Fransa, ne de İngiltere’ydi. O zamanların güçlü akımı olan ulusçuluk yelleri eşliğinde Osmanlıyı analiz etmeye kalkanlar, onun evvela bölünmesi gerektiğinden söz ediyorlardı mesela. Ulus devlete has, sıkı devlet-birey ilişkisi, vatandşalık teamülleri, emperyal tecrübedeki farklılıkları barındırdığı için esnek olmak zorunda kalan o çok kültürlü yapıyla asla uyuşmuyordu.

Ama ne olursa olsun genç Osmanlılar, ne kılık kıyafetlerimizi, ne mimarimizi, ne ev içi dekorasyonumuzu, ne alaturka adını koydukları geniş aile, akraba ve konu-komşu bağlarını da içeren tüm sosyal ilişkilerimizi, ne soframızı, ne ezanlarımızla beşe bölünmüş bir günümüzü, ne kütüphanemizi, ne eğitim sistemimizi, ne de musıkimizi beğeniyorlardı... Varsa yoksa: Evropa!

Yaralıydılar, üzgündüler, mağlubiyet psikolojsi zihinlerini sarmıştı ve tüm bu haleti ruhiye yetmezmiş gibi Avrupa’nın albenisi, cazibesi, onları görür görmez kendine esir etmiş, çarpmıştı, başları dönmüştü...

Filibeli Şehbenderzade Hilmi Bey’in kalemi, (20. Asırda Alem-i islam ve Avrupa Siyaseti adlı eserinde) aydın-halk uzaklaşmasını, daha sonralarıysa yabancılaşmaya kadar varacak modernleşme ikilemini şu satırlarla anlatır; ’Avrupa’nın ilim deryasından bir damla alabilen kimselerimiz doğruyu açık bir şekilde söylemek gerekirse, milletini pek aşağı ve zayıf görüyor. Milletini reddettiği için, millet de onu reddediyor. Batı taklitçisi yarı aydın, muhitinin yabancısı kalıyor. Bir Fransız gibi giyinen, bir İngiliz gibi gezinen, bir İtalyan gibi şarkı söyleyenimiz var; fakat bir zırhlı mühendisimiz, bir fabrika kuracak adamımız yok…’’

Modernleşmeyi değişik kriterlerle anlatan farklı yazarlar arasında Fernand Braudel, ‘’Akdeniz ve Akdeniz Dünyası’’ adlı eserinde demir zırhlı gemiler üzerinde durur. 1859’da Fransız Donanmasının denize indirdiği Gloire adlı gemi, sadece savaş arenasında değil sanayide de bir çığır açmıştır. Colomb’un 1492’de Amerika kıtasını keşfiyle eş değer bir çıkıştır bu ve Doğu ne yazık ki Batı ile bir daha kapatamayacağı bir makas aralığındadır...

Bizim halihazırdaki sorunumuz da budur aslında... Biz enerjimizi, içimizdeki ‘’ileri-geri’’, ‘’aydınlık-karanlık’’ ikilemine vereceğimize, bilimsel ve teknolojik araştırmaları önceleyebilmeliyiz. Aydınlarımız toplumu beğenmemeyi bırakıp, ilerleme lokomotifinin şimendiferi olabilmelidir...