Toplumsal cinsiyet teorisi doğuştan geleni niçin reddediyor?

''Doğuştan geleni kabul ettiğimiz zaman, ister istemez seçimlik olmayan bir şeye atıf yaparız, kaderdir bu. Dolayısıyla doğuştan gelene vurgu yapan bir kişinin aynı zamanda bir yaratıcıya inandığını da pek ala düşünebiliriz...

Bugünün ''toplumsal cinsiyet' tartışmalarında bizi en ziyadesiyle sarsması gereken mihenk noktası da zannederim ki burasıdır. Zira toplumsal cinsiyet teorisine göre, ''kadın doğulmaz, kadın olunur, cinsiyet dediğimiz şey eski bir hurafedir, aslında kadın veya erkek olmak diye bir şey yoktur, toplumun cahilce bir adlandırmasıdır bu sadece. Kadın veya erkek olmak gibi aslında olmayan ayrımları, kahrolası gelenekler, arkaik kültürler ve ataerkil yapılarıyla dinler ortaya çıkartmıştır...'

Dünya üzerindeki kavgalar, karşıtlıklar üzerinden yükselir. Irk, milliyet, din, ülke, siyaset, coğrafi koşullar arasındaki farklılıklar her zaman, savaş, kargaşa ve kaos sebebi olmuştur. Dünyayı güçlü ile zayıfın acıklı savaşımından ibaret olarak gördüğümüzde, kadın ile erkek de sürekli güç savaşımı içindeki varlıklardır. Savaşı, kargaşayı nasıl sonlandırabiliriz diye sorulduğundaysa feminizmin ve aslında post yapısalcıların verdiği cevap, farklılıkları iptal ederek olmuştur. Şayet cinsiyet denen şey olmazsa, kavga da olmayacaktır, güç dengesizliği de... Bu şartlarda, postmoderenist düşüncenin savaş açtığı üç kavram olan; insan, tarih ve Tanrı bozuma uğratılarak, 'doğuştan gelen' tanımı şiddetle reddedilir... Çünkü doğuştan gelen dediğinizde, bu insan doğuştan kadın veya doğuştan erkek dediğinizde, örtülü olarak Yaratıcıyı ve yazgıyı kabullenmiş oluyorsunuz..

Kadına yönelik toplumsal şiddeti ekarte etmek için ilk bakışta gayet kullanışlı bir söylem olarak görülebilecek, ''toplumsal cinsiyet'' teorisinin temelinde, doğuştan gelene savaş açmış bir söylemin ürünü olduğunu fark etmek, çoğumuz için büyük hayal kırıklığı olmuştur...

İnsanların durup dururken veya hobi mahiyetinde feminist olduklarını düşünmüyorum. O kadar hazin hayat hikayelerinin birikimi ve özenle kurulduğu halde insafsızca tüketilmiş, örselenmiş nice hayallerin kırık dökük hüzünleriyle, bin bir acıyla, hak arayışla, çelik gibi yalnızlıklarla varılan feminizm, pek çok kadının durağı olmuştur. Kadın hakları mücadelesinden öğrenecek pek çok deneyimler olduğunu da yadsıyamayız. Feminizm; eşit ücret, eşit sosyal güvenlik hakkı, hukuk güvenliği ve hukuk önünde eşitlik, bilgiye erişim ve siyasal temsil gibi konularda farkındalık, bilinçlenme ve değişim-dönüşüm yaratma amaçlarıyla yürüyen, pek çok alt hareketliliği de içinde barındıran bir bakış açısı olma iddiasını taşıdı hep...

Son kavşakta geldiği yer ise, -vurduğu kıyı da diyebiliriz- Judith Buttler'in deyimiyle 'cinsiyet belası' dediği yerdir. Transseksüel olmadan, cinsel kimlik arayışına girmeden feminist olunmaz yargısıyla radikal bir dönüm noktasına varılmıştır. Toplumsal cinsiyet sorgulaması adı altında güya eşitlik sorgulaması yaparken, cinsiyeti sorgulamak, doğal olanı ret ve imha etmek aşamaları hızla tüketildi... Artık feminizmin ön koşulu, cinsiyetsizlik veya transseksüalizm haline geldi...

Ama şimdi yeni eşitsizlikler var: 2004 yılından beri Olimpiyat Komiteleri trans sporcuları, yarışmacı olarak kabul ediyor hatırlayacağınız üzere... Trans sporcuların, yarışmalarda gerçek kadınlarla aynı kategoride yarışmaları ise ciddi tartışma konusu... Erkek kas yapısına, gücüne, fiziğine sahip ama ameliyatla cinsiyet değiştirmiş sporcuların, diğer kadınlarla yarışmalarının adaletli bir bir yarışma olduğunu söyleyebilir miyiz? Transeksüel bireylerin, kadınlar üzerinde giderek baskı kurdukları tartışmasını henüz Türkiye'de çok işiten yok...

Doğal olanı beğenmeme, hilkati kabul etmeme, değiştirme, dönüştürme, yapı-bozum aracılığıyla meydan okuma esasına dayalı bu yeni inkar evriminin aslında sosyal barışı getireceği falan yok. Daha fazla yalnızlık, daha fazla maske, daha fazla kederden başka...

...............................................

Yazar Hilal Kaplan'ın, 'Ailenin Adı Yok' adlı kitabını okudum geçen hafta. Duygu Asena'nın ortaokul günlerimizde deprem yapan 'Kadının Adı Yok'' kitabı geldi aklıma. Modern sonrası evredeki insanın cinsiyetsizliği, ailesizliği, evsizliği, tekilliği, yalnızlığı üzerine kurulan söylemin ciddi eleştiriye tabi tutması gerekiyor. Aile ve evi, şiddet mekanı olarak tarif eden bakış açısı giderek güçleniyor. Buna Müslümanca -aslında insanı esas alan ve insani- cevaplar üretebilmeliyiz. Kompleksli bir tavırla, 60'ların feminizan sloganlarıyla bir yere varılamayacağı açık... Hilal Kaplan'ı tebrik ediyorum...