Uçurumun kenarında olan sadece Fransa değil; ‘sadece ben' diyen bütün Avrupa kafasıdır

Cezayirli Nael isimli 17 yaşında bir gencin, kendi arabasının içinde polis tarafından öldürülmesinin bir anda Fransa'yı bir sosyal patlamanın veya daha doğrusu, bir çöküntünün eşiğine getirdiğini biz söylemiyoruz, bizzat Fransa Cumhurbaşkanı Macron söylüyor... Çünkü Fransa'nın sadece başkentinde değil, bu ülkenin hemen bütün şehirlerinde yangınlar, tahrip etmeler, yağmalamalar; her yerde... Ve Macron ülke çapında olağanüstü hal ilan etmek zorunda kaldı, şehirlerarası ulaşımlara sınırlamalardan, şehir içi metroları kapatmalara kadar her türlü tedbire başvurdu ve sadece başkent Paris'i korumak için ek 45 bin polis daha sevk etti Paris'e...

İlginç olan şu ki emperyalist dünyanın haber ajansları ve medya organları Fransa'da, o Cezayirli gencin katledilmesine tepki gösteren kızgın kitlelerin her tarafı ateşe verişleri ve hattâ ünlü alışveriş merkezlerini yağmalayışlarıyla ilgili haberleri ya hiç vermediler ya da küçülterek verdiler veya hiç değinmeyerek teğet geçtiler- geçiyorlar. Halbuki o dünyanın medya organlarının, 10 yıl öncelerde İstanbul'da cereyan eden Gezi Hadiseleri sırasında, Erdoğan Hükümeti'nin düşeceğine dair beklentilerini İstanbul'dan kendi TV kanallarına aktarmanın öylesine heyecanı içinde idiler ki kesintisiz 8 saat canlı yayın yapanları bile görülmüştü...

Ama şimdi, neredeyse tam bir sessizlik...

30-40 yıl öncelerde ünlü Amerikan stratejisti (kendisi de bir Amerikan Yahudisi olan) Henry Kissinger, Filistin'de meydana gelen çatışmaları medyadan vermenin, dünyada İsrail rejimi aleyhine bir kamuoyu algısı oluşmasına hizmet ettiğini ve bundan kaçınılmasını istemiş ve öyle de yapılmıştı...

Şimdi de Fransa ve diğer Avrupa ülkelerinde meydana gelen sosyal patlamaları fazla söz konusu etmenin Avrupa'ya zarar vereceğini düşünüyorlar... Ya da 'filanca dört ayaklı hayvanın diğer benzerinin ayağına basmayacağı' gibi bir durum...

*

Biz bu vesileyle ilave edelim ki uçurumun kenarında olan sadece Fransa değil, (her şeyi maddeden ibaret gören) materyalist anlayışlara bağlı olan bütün sistemlerdir. Çünkü bu anlayışta insan, sadece 'ben' diyen, hak kavramını sadece kendi gücü ve isteğine göre belirlemek isteyen ve bu yüzden de sûreten insan olan fizikî yapıdan, sîreten, ruhen insan olana gidemeyen bir canlı varlıktır. Ya da meşhur Latince deyimle, 'Homo hominu Lupus...' / 'İnsan insanın kurdudur...' Evet, materyalist insanın diğerlerine bakışı böyledir... Onun içindir ki kendileri gibi düşünmeyenleri yok etmeyi kendileri için bir hak bilen bir anlayışla, 'Cehennem, yâni ötekiler!..'

Bugün Fransa'dakine benzer bir durum da, birkaç sene önce Hamburg'da ortaya çıktığında ve birçok insan da öldüğü halde, 20 günden fazla süren o karışıklıklar sırasında orada nelerin cereyan ettiğine dair, Alman TV kanallarında yayınlanan haberlerde orada olup bitenler, 1 dakikayı bile bulmayan küçücük haberlerle geçiştirilmişti.

Bazıları, 'Ahh Avrupa/ Ahh Batı değerleri...' filan derler de, bu materyalist dünyanın asli coğrafyası olan Avrupa'nın iki Cihan Harbi'nde de asıl savaş meydanı olduğu bilindiği ve farklı kavimlerin, farklı coğrafyalar konusunda besledikleri vatanperestlik duygularıyla birbirlerini aç kurtlar gibi nasıl parçaladıkları hatırlanmak istenmez...

Ve o iki büyük felaketten sonra, kendi aralarında bir daha savaşmamak gerektiğini her iki savaşta, yaklaşık 70-80 milyon insanın ölümüne yol açan bir dünya görüşünün çıkmazını onların kendi aralarından bazıları düşünce adamları çıkıp söylemiş olsalar bile, hele de bizdeki, ruhlarını o dünyaya kiralamış olanların 'Ahh Avrupa...' diye iç geçirmeleri ve Avrupa'ya mal edilebilecek ortalama beyinleri saran kanserin tedavisinin ve şifa bulması ihtimalinin olmadığını düşünememeleri daha bir ilginçtir.

*

Yine hatırlayalım ki, 25 sene öncelerde, Bosna trajedisi günlerinde, Srebrenitsa kasabası halkının kurtarılması adına o kasaba, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi tarafından 'Güvenlikli Bölge' ilân edilmiş ve Müslüman halkın silahlarını, BM Gücü vazifesi gören Hollanda Askerî Birliği'ne teslim etmeleri sağlanmış ve ondan sonra da orada, Srebrenitsalı 8800 erkek Müslüman, Sırp milisleri tarafından kurşuna dizilmiş ve Hollanda askerî birliğinin komutan ve askerleri hadiseyi görmedik diyebilmek için, o cinayetler işlenirken arkalarını dönmüşlerdi.. Ve o askerler Avrupa Savaş Suçları Mahkemesi'nde yıllarca yargılandılar ve çoğu beraat etti, bir kısmına da küçücük kusurlar isnat olunmasıyla yetinildi... Ve 8-10 ay önce, o Hollandalı askerlere, 'Hollanda Kraliyet İdaresi'nin yetkililerince, 'Son derece ağır suçlamalara maruz kaldıkları ve çok acılar çektikleri' söylenerek, Hollanda'nın en yüksek liyakat madalyaları verildi...

Bırakalım, Avrupa'yı, bizdeki Avrupa aşkına tutulmuşlardan bu utanç verici davranışlar hakkında ciddî bir itiraz sesi yükseldiğini duyduk mu?

Aynı şekilde, aylardır İsveç'te, Danimarka'da, Hollanda'da, Kur'an-ı Kerîm yakılıyor... Avrupa'dan bir-iki cılız ses yükseldiyse bile, Avrupa uşaklığında sınır tanımaz bir durumda olan bizdeki yerli malı Avrupalılarımızın, Avrupa kuklalarının, bu alçakça ve manyakça saldırılar konusunda bir itiraz sesi yükselttiklerini gördük mü?

*

Tabiî, bu vesileyle belirtmeliyiz ki, Kur'an-ı Kerîm'i yakmaları, Erdoğan'ın şahsına yönelik bir protesto gibi değerlendirenlerin etkisinde kalan halkı Müslüman olan bazı ülkelerin rejimlerinin, bu son saldırı üzerine, Pakistan, İran, Irak, Mısır ve Suûd rejimine ve Fas başta olmak üzere, birçok Afrika ülkesine ve bazı uluslararası Müslüman kuruluşlarına kadar, geçmişe göre daha duyarlı davranıp tepkiler geliştirmeleri; inşallah, yeni hayırlara da vesile olacaktır.

Bu arada, Başkan Erdoğan'ın bu konudaki kararlı tavrı karşısında, İsveç resmî makamlarının biraz geri adım atar gibi yapmalarının, NATO'ya girinceye, köprüden geçinceye kadar geçerli bir davranış olduğu, İsveç Dışişleri Bakanlığı'nca yapılan son resmî açıklamalarda daha bir sırıtıyor... Çünkü o açıklamada, 'İsveç Adalet Bakanlığı'nın, son Kur'an yakma hadisesinden haberdar edildiğine ve İsveç Güvenlik Servisi'nin de şiddet taraftarı aşırılıkçı unsurlara karşı çalışmalarını hızlandırdığı'na değinildikten sonra, şu eski iddia ve masal tekrarlanıyordu:

'İsveç'te ifade özgürlüğü güçlü bir korumaya sahip, ancak bu görüşün hükûmetçe desteklendiği mânasına gelmez... Tamamen, kanunlara uygun olarak yapılan, legal olan kamusal toplantılar kutuplaştırıcı ve saldırgan olabilir. Geçen çarşamba günkü gösteriler de tam bu türdendir. Ama İsveç'in iç güvenliği ve açısından ciddî sıkıntıları ve bunun sonuçları da vardır. (..) Bu yüzden yetkililerimiz yeni tehditleri önlemek için ve değerlendirmek için çabalarını arttırıyor.'

Evet, bu açıklama, İsveç'in NATO üyeliğine Türkiye'nin evet demesini sağlamak için güyâ, amma... İsveç, kendisine yönelik bir takım tehditleri bertaraf edebilmek için NATO'nun himayesinde olmayı gerekli görüyor ve üye olduğunda da, Avrupa'daki en güçlü NATO askerî gücü olan Türkiye, İsveç'i korumaya koşacak ve amma, İsveç, Türkiye'yi ve Türkiye halkının en aslî değerlerine saldırıları 'ifade özgürlüğü' adına ve de 'bu görüşler hükûmetimizin görüşü değildir...' mavalıyla geçiştirmeye çalışacaktır; öyle mi?

Yok öyle yağma...

Başkan Erdoğan bu konuda, 'Kibir âbidelerine hadlerini bildireceğiz...' diyerek, sözlerini net olarak ifade ettiğine göre, gerisini bekleyeceğiz...