Uyku kapsülü mü tabutluk mu...

Modern insan, hayatta olduğunu ancak birşeylerle meşgulse anlıyor, meşguliyetleri ile değerli. İşi ne kadar çoksa, kendisini de o kadar önemli hissediyor... Bu meşguliyetlerin bir mimarisi ve dekorasyonu da var ve bu düzenekler sayesinde zaman içinde en hızlı koşuyu yapmakla ödevli modern insan. Bu durum bizi acınası bir deney faresine çevirse de, günlük hayatın labirentlerine eklenen her yenilik en kısa zamanda yeni bir yara bandına, teselliye dönüşüyor. Bize iyi geliyor.

Bunun en son örneği olarak havaalanlarına konulan uyku modülleri oldu. Birer tabutu andıran bu kapsüller, ortalama bir insanın sığabileceği darlıkta, üzeri oval kapaklı, kapandığında irice bir kozayı andırıyor. Saati 75 liraya bu tabutlara girip uyku çekiyor modern iş insanları... Böylece vakit kaybı önleniyor, uyku ihtiyacını yol üzerinde gideriliyor...

Bunu 80’lerin ikinci yarısında meşhur fütürist Alvin Toffler’den okuduğumuzda gülmüştük arkadaşlarla, yok artık demiştik. Çocukluk günlerimizin klasiği Jetgiller’de vardı bu tür uzay tahayyülleri... Geçen gün haber bülteninde görünce, tüylerim diken diken oldu; çünkü bu yatak değil düpedüz tabuttu!

***

Ben annemin yatak çarşaflarımızı balkonda mı yoksa bahçede mi kurttuğunu anlardım çocukken. Balkonda kuruyan çarşaflar sabun tozu kokarken, bahçedeki ipte kuruyan çamaşırlar kekik kokardı. Çocukluğumdaki tüm uykular, ister babaannemin kucağında, isterse kardeşimle koyun koyuna geçsin, harikuladeydi, insancaydı... Bir gün gelecek ölmezden evvel tabut benzeri bir yerde uyuyakalacağımızsa aklıma bile gelmezdi. Uyku kapsülüymüş... Ne buluş ama, ne buluş!

***

Uyuduklarında insanlar nereye giderler? Bu yolculuk nasıl gerçekleşiyor? Rüya için bir tür ahiret provası diyebilir miyiz? ‘’Rüya içinde rüya’’ diyor İbni Arabi dünyalık hallerimize, kişi öldüğünde uyanır ancak rüyasından diyor. Rüyalarımızın gizemi halen çözümlenmiş, alfabesi, imgesel dili tam olarak hala çözümlenebilmiş değil.

Ankara dönüşü yoğun sis altında yol aldık. Her iki cephesi bembeyaz karla kaplı Domaniç dağlarını geçerken girdiğimiz sis tünelinde sanki zamandan soyutlandık, tabiat sanki narkoz altındaydı, baygındı. Kar yeryüzünün gördüğü düş müydü yoksa.. Sis aralandığındaysa rüya gibi ormanların içinden kayıyorduk. Yanından geçtiğimiz ağaçların hayaleti büyüleyiciydi. Ağaçlar, kristal gibi taşıdıkları buzullaşmış dallarıyla muhteşem bir sükunetle, sessiz bir beyaz cennet misali gönlüme doldular...

Allah’ın bahşettiği bu inci dakikalarına binlerce kez şükrettim.

Hakiki sufiliği talep edenler, tabiata kaçsınlar...