Servi, İslamın simgesi bir ağaçtır. Emperyaldir; büyük Endülüs’ün, Kırım’daki Ak Medrese’nin, Şam’daki Süleymaniye Medresesi’nin, Ohrid’deki Bektaşi Tekkesi’nin, Potiçel’deki Müslüman Kabristanlarının, Girit adasındaki doğu mahallelerinin, Bosna Saray’ın yokuşlu yollarının halihazırdaki bekçileridir serviler. Medeniyetler dağılmış yıkılmış, yakılmış, sürgüne gönderilmiş, ama birer parmak izi, birer mühür misali bu ağaçlar, geride kalmıştır. Serviyi gördüğünüz her yerde, gayrı ihtiyari ellerinizi Fatiha okumaya kaldırırken bulabilirsiniz kendiniz. Çünkü elleriniz de bilmektedir ki, servi, İslam milletinin havaya doğru kalkmış şehadet parmağıdır...
Seyyar geniş bir sehpayı yazı masası olarak kullanmaya karar verdiğimden beri, hayatım boyunca pencereler önünde hiç de durup dışarı bakmadığımı farkediyorum. Korona günlerindeyse yeni keşfettiğim bir yer; pencere. Evin gözü gibi. Hemen karşımızdaki ilkokulun bahçesindeki iki genç serviye de hayret etmem bu yüzden. Bilnçsizce ekildikleri belli şu çocuk bahçesinde ne arıyor bu yeşil gözlü bekçiler...
İnsan ev günlerinde daha da farkediyor: Çoktan beridir, ağaçsız bir şehir mimarisine hapsetik kendimizi. Veya apayrı sonradan görmeliklerle dünyanın farklı iklimlerinden koparıp getirdiğimiz ağaçlarla süsülemekteyiz sağı solu. Oysa tıpkı konut mimarisi gibi, şehirlerin orijinalitesini kuran yerli ağaçlar vardır. Keserseniz, küserler bir daha geri gelmezler. Ben çocuklarıma, doğup büyüdüğüm semtin, niçin Fıstıkağacı olduğunu anlatamayacak haldeyim mesela. Biz çocukken altında top koşturduğumuz ağaçlar çoktan uçup gitmiş, yerlerine sağlam apartmanlar dikilmiş... Ağaçları kesilenler, kör ebeye döneceklerini hiç de tahmin etmiyorlar.
Yahya Kemal’i, Ahmet Rasim’i, Abdülhak Şinasi Hisar’ı, Halide Edip Adıvar’ı, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı okuduğunuzda, şehirlere, hassaten İstanbul’a, ruhunu veren o kendine has mimarinin içinde ağaçların ayrı bir yeri olduğunu görüyorsunuz. Bursa da böyledir. Ulu Caminin etrafındaki çınar ağaçları, sanki Bursa’nın dedesi, ninesi gibidir. Ağaçlar şehirlerin alın yazılarıdır...
Sadece kültürel anlamda söylemiyorum bunu, iklim dengesini kuran, teneffüs ettiğmiz havayı ferahlatan, güneş ışıklarına karşı şemsiye fonksiyonu gören ağaçlarımızın yeryüzünün uzun ömürlü olmasının teminatı olduğunu da zikretmeliyim... Doğal dengenin şefkatli kızlarıdır ağaçlarımız...
Hz.Resulullah nazarında ağaçlar, kıyamete kadar müslümanın gündeminde olmalıdır; kıyamet koparken dahi o kargaşanın içinde elimizdeki fidanı dikmek gerektiğinden bahseder. Peki biz kalplerimizi ve zihinlerimizi niçin bu kadar çölleştirdik. Niçin ağaçları umursamadan, şehirleri betonarme hapishanelere çeviriyoruz. Gerçi gücü yeten, içinde Japon kiraz ağacından, Dubai palmiyesine kadar envai çeşit ithal ağaç barındıran yapay cennetlerde yaşayabiliyor. Ama varsıl olmayanlar ve orta halli kesim, ruhsuz, elbette ağaçsız, beton cehennemine mahkum.
Gölleri, ırmakları, nehirleri, denizleri lütfen rahat bırakalım. Tabiata iyi davranmadığımız için, onun canını hoyratça yakıp, tükettiğimiz için bu gün devasa iklim dengesizlikleriyle ve virüs salgınlarıyla karşı karşıyayız işte... Bazı şuursuz ve açgözlü adamlar tarihi bir gölün etrafında define ararken, nasıl yapmışlarsa yapmışlar, gölün su kaynağını kesmişler de, gölü kurutuvermişlerdi... O gölü ve içindeki binlerce canlı organizmayı, bir daha geri getirmemize imkan yok.
Bu gibi durumları, politik bir hesaplaşma veya restleşme olmaktan derhal çıkartıp, ortak akıl ve ortak vicdanla hareket etmemiz gerekiyor..