Zaman değirmeni, nicelerini öğütmüştür ki, yeller eser şimdi yerlerinde…

Bir okuyucu, dünkü yazımda Esad Paşa'nın Çanakkale Cebhesi'ndeki en üst rütbeli ve yetkili kumandan iken, 18 Mart günü, medya programlarında, Çanakkale Savaşları'nın 'başkumandan'ı olarak, yalan yere, sabahtan akşama kadar, bir başkasının gösterilmesini eleştirmemi eleştirerek, o ismin, 1923'lerden sonra yaptıklarını saymış; kemalist/ jakoben söylemlerle...

Halbuki, biz yazıda, o dönemi değil, 1915'i konuşuyorduk... Asıl anlatmak istediğimiz de, hiç kimsenin insanüstü duruma yüceltilmemesiydi. Yoksa, o Osmanlı subayları da aynı mantıkla, kendilerini yetiştiren yüksek okulları açan Sultan Abdulhamîd'e veya geniş yetkilerle Anadolu'ya gönderen Sultan Vahdeddin'e övgüler düzerlerdi.

*

Bu vesileyle ekleyelim...

Yakub Kadri, hâtırâlarını anlatırken, Çanakkale Savaşı yıllarında gazetecilik yaptığını, kazanılan zaferlerin, usûle uygun olarak Sultan Reşad'a mal edilerek verilmesi yerine, çalıştığı gazetede, başka bir ismi öne çıkaran 'gece beyânnâmeleri'ni basıp gizlice yaydıklarını, o ismin, askerlik hayatında ilk olarak, Çanakkale Savaşı'nda parlatıldığını söylerdi, üniversite yıllarımızda...

Bilindiği üzere, Meşrutiyet yılları döneminde, kendilerini halktan 'münevver'ler diye ayıranların perde gerisindeki asıl özellikleri, 'Anglofil' (İngiliz muhibbânı-severliği) ve 'germanofil' (alman muhibbânı-severliği) olmalarıydı.

Ve, Enver Paşa, 'almanofil' sayılırdı ve karşıtları da, 'anglofil...'

*

Bir okuyucu da, 'Çanakkale Geçilmez...' diye diye, 'Çanakkale geçildi. İstanbul'u işgal eden İngiliz savaş gemileri, 'geldikleri gibi, muzafferâne şekilde gittiler...' demiş... Ve devamla, 'kendi yerlerine, ideolojilerini, dünyaya bakış açılarını, duygularını, yaşayış tarz ve zevklerini hâkim kılacak 'new colonialism / Yeni kolonyalizm' meftûnu nöbetçiler dikerek, tek kurşun atmadan...' diyor.

Evet, 'yeni kolonyalizm' idi, bu...

Eski tip 'kolonyalizm'de, emperial güçler bir Müstemleke Valisi gönderirlerdi. Ama, 'new colonialism' anlayışı geliştirilince... 'Yerli halkların içinden, onların renginden, ırkından, kavminden, dilinden; ama, beyni, kalbi, dünyaya bakış açıları ve aslî hayat değerleri ve zevkleri açısından emperial güçler gibi olmaya âşık kadroları 'kurtarıcı'lar olarak sundular, yerli halklara...'

Şair Bülent Yavuz Bâkiler, bir şiirinde ne diyordu:

'Gittim, yiğitçe döğüştüm gazâ meydanlarında,

Ne tâk-ı zaferler istedim, ne tâc...

Savaşta çiğnetmedim Hilâl'i düşmanlara,

Barışta düştü üstüme, gölge gölge Haç!..'

Evet, 300 yılı aşkın tökezleyişler, yenilgiler, geri çekilişler, ihanetler ve dış saldırıların izleri, bugün adım adım da olsa, törpülenmeye çalışılıyor; ama, henüz yolun başındayız...'

*

*Bu sefil mantığın sahibine ne söylenebilir?

Sosyal medyada birileri, 'İstanbul'da, Bursa'da, İzmir'de yaşayan 10 milyonlar dışında, Çanakkale Köprüsü'nün ülkenin diğer yerlerindeki insanlarla ne ilgisi var, var mı izah edebilecek?' diyor...

Ya, çok safdilce soruluyor, ya da, mantıklı bir muhalefet tavrının da ötesinde, 'avanak avcılığı' niyetiyle haince dile getirilmiş bir görüş bu...

Bu gibi görüşler, 50 yıl öncelerde, İstanbul Boğazı üzerinde köprü yapılmasına da karşı dile getiriliyordu.

Sonra, 'Sirkeci-Üsküdar' arasında vapurla 40 dakikadan önce gidilemeyen mesafeyi, deniz altından 5 dakikada geçen 'Marmaray metrosu'yla geçilmesine de, 20 sene öncelerde, aynı mantıkla yine karşı çıkılmış, mahkeme kararlarıyla engellenmeye çalışılmıştı.

Aynı entrikacı mantıkla, Bolu Tüneli'nden meselâ, 'Erzurum'dakilere ne?' denilebilir. Kezâ, Karadeniz kıyısından Erzurum'a, saatlerce süren zahmetli bir otobüs yolculuğu, 15 km.lik Ovit Tüneli sâyesinde, '1,5 saate indirilmiş' ise, Edirne, Muğla, Hakkâri yaşayanlara ne?' ; ya da, Anadolu'nun uzak köşelerinde, dağlar arasında büyük paralarla yapılan barajlardan, 'büyük şehirlerde yaşayanlara ne?' de denilebilir.

Tekrar edelim, bu gibi sosyal medya paylaşımlarını yapanlar sadece safdil veya ahmak değil; başka bir şeydirler de...

*

*Halebçe'yi hatırlayanımız oldu mu?

Geçen hafta, bir korkunç vahşîliğin, Halepçe Katliâmı'nın 34'üncü yıldönümü idi.

Irak'a 35 yıl kadar hükmeden Saddam Huseyn, '1975- Cezayir Andlaşması'nı imzalayarak, Şah İranı karşısında eğilmişti... Bu bakımdan, İran'da Şahlık rejimini, milyonluk protesto gösterileriyle devirip bir büyük inkılab gerçekleştiren İran halkına bir de şükran borçlu olabilirdi. Çünkü, sadece Şah devrilmemiş; onun generalleri de büyük çapta safdışı edilmişti.

Saddam, bu durumu bir fırsat bilerek, 22 Eylûl 1980 günü, 8 yıl sürecek ve her iki taraftan 1 milyondan fazla insanı yutacak olan bir savaşı başlatmıştı. Ama, Saddam, beklemediği ve nefesinin tüketecek bir direnişle karşılaşacağını düşünmemişti...

Ve, 1988 Baharı'nda, bir muharebede, Irak Ordusundan bine yakın kumandan ve asker esir düşmüş, Halebçe şehri İran güçlerinin eline geçmiş; bu şehrin sünnî-kürd halkı bile, büyük çapta şiî olan İran ordusunu 'tekbîr' sadâlarıyla ve kurtarıcı gibi karşılamıştı.

Saddam da, bu şehir halkını cezalandırmak için 16 Mart 1988 günü, Halebçe'yi, kimyasal gaz bombalarıyla vurup, İran askerlerinden ayrı olarak, sivil halktan da 5 binden fazla insanı katletmiş; çocuklar evlerinde oyuncaklarıyla oynarken; çocuklarını- torunlarını kurtarmaya çalışan anneler-babalar, dedeler-nineler de, kucaklarında yavruları, akciğerlerini yakan 'hardal gazı'nın etkisiyle yerlere kapaklanmışlardı.

O, 'İkinci Hiroşima' denilecek çaptaki korkunç facianın üzerinden 34 yıl geçti... Sonunda Saddam da hayal bile etmediği şekilde idâm edilerek çekildi yeryüzünden...

O büyük cinayeti ve cinayetkârını ve de mazlûmları hatırlayanımız oldu mu?

1945'de ilk Atom Bombasıyla Amerika tarafından vurulan Japon şehri Hiroşima'yı unutmadık, unutmamalıyız da; lâkin, yanı başımızdaki faciayı da...