Bizi hedefimizden saptırmak isteyenler olsa da, aşk yolcusu yorulmaz!

Sahi, bir Müslüman olarak, sadece kendi yaşadığımız ve sınırlarını bizim inancımızın belirlemediği ülkelerin değil bütün Müslümanların bugün ve geleceklerini düşünürken, sadece maddî zenginlikleri elde etmeyi mi hedef edinmeliyiz?

Bütün Müslüman dünyasındaki perişanlıkları görüyoruz... Bir tarafta son derece büyük zenginlikleri ellerinde tutan petro-dolar şeyhleri, sultanlar, zorbalar, diktatörler ümmetin tamamına aid maddî zenginlikleri, dünya çapında ve doymak bilmez bir anlayışla talân ederlerken ve onların çanakyalayıcıları da; onlara alkış tutarken; sayıları 1,5 milyarı aşan büyük kitleler de mevcud durumu, 'Böyle gelmiş, böyle gider...' teslimiyeti içinde kabullenip sineye çekmiş gibi bir görüntü veriyorlar.

Genel olarak, hemen bütün Müslüman halklar daha bir karamsarlar...

Hâlbuki, inandığımız değerlere göre kurulacak yarınlar için, katlanılması gerekecek çetinlikleri baştan kabullenen kararlı, uyanık şuûrda bir hedef için mücadeleyi göze almalı değil miyiz?

Düşünülecek olan, sadece belli bir devlet, belli bir coğrafya ve belli bir zaman dilimi değil, - bütün mekânları, zamanları ve bütün insanları kuşatan bir 'gönül coğrafyamız' olmalıdır.

*

Bu konuya dün, 'Yeni Dünya Vakfı'nda, genç kardeşlerle, merhûm Sezaî Karakoç ağabeyin düşünce ve duygu dünyası etrafında konuşurken de değinmek fırsatı ortaya çıktı.

Bu vesileyle hatırlayalım:

Merhûm Sezaî Karakoç ağabeyin 'Fecr Devleti' isimli şiiri 1970'de yayınlanıyor... Bu şiirinden ve de 'İslâm'ın Dirilişi...' kitabından 'İslâmî bir Devlet kurulması için matbuat yoluyla propaganda yapmak suçlamasıyla dâva açılıyor, yargılanıyor...

Aslında, kelimelerin, mısraların lafzî mânâsına bakılacak olursa, öyle bir suçlamaya yol bulmak mümkün olamazdı... Ama, rejimin savcıları da uyumuyorlardı ve Sezaî Bey'in o şiirinin derûnundaki mânâyı keşfetmişler ve kalbindeki ve kafasındaki niyeti okumuşlardı.

Çünkü, Sezâi bey'in 'Fecr Devleti' şiiri, Kur'an-ı Kerîm'deki 'Fecr Sûresi'nden ilham alınarak yazıldığını tedaî ettiriyor, çağrıştırıyordu... Savcılar vardıkları kanaatte yanılmıyorlardı, suçladıkları kişinin neler söylemek istediğini, sözlerinden çıkarıyorlar; kanûnî şekil ve delil yokluğu olsa bile, onlar suçlu üretiyorlardı, bütün geçmişlerinde olduğu gibi...

Sezaî Bey o şiirinde neler demişti?

'Çağırdığım Fecr'de yoğrulacak bir yapı...

Dumanlar içinde...

Çağırdığım, işte bu Fecr Devleti...

İnsanlığın yeni bir kader dönüşümünde...

(...)

Bütün gerçekliğiyle Sûrelerden,

Gelecek yeni bir insan ruhu...

Yüzü hep dönük Fecr Devleti'ne...

(...)

Her sabah gün doğarken,

Güvercinler konarken taraçalara...

Fatih'te oturduğum,

Çatı katında...'

Yani, fildişi kulelerde oturup, batan güneşe bakıp şiir yazanların mekân ve atmosferinde değildi, kirada oturduğu 'çatı katında...' düşünülen bir dünya... Hayal olunan, ideal dünyanın düşü de ancak o yokluk içinde kurulabilirdi.

Nitekim, Sezaî ağabey de, Kur'an'ın 'Fecr Sûresi'ne bilhassa atıfta bulunuyordu...

Çünkü, 'Velfecr' diye başlayan ve 'İlk 10 geceye andolsun..' diye devam eden sûrede anlatılanlar, 'Fecr Devleti' çağrısı yapan bir kimsenin niyetlerini ortaya koyuyor gibiydi..

O âyetlerde anlatılanları tekrar hatırlayalım:

İrem diyarındaki Âd kavminin, Semûd kavminin maddî zenginlikleri, sarsılmaz bir saltanat sahibi olduğunun gururu içinde olan Fir'avun'lar; azgınlık edenler, fesadlar çıkaranlar... Ve bütün o toplumların, ilahî bir azâb kırbacından geçirilişleri...'

Evet, Sezaî Ağabey, başka bir kelimeyi değil de Fecr Devleti kavramını bilhassa seçmiş olmalıydı, herhalde... Savcılar onun hakkında dâvalar açmakta tamamen haksız sayılmazlardı... Kendilerine, bekçiliğini yaptıkları rejimin âkıbetinin başına gelebilecek olanlar da hatırlatılmış olmuyor muydu, o âyetlerde?

Nitekim, Sezaî Ağabey, o sıralarda, 'Dinle İstanbul...' başlıklı bir yazısında da, İstanbul'a sesleniyor ve

'Kartal pençesine mi, ermiş gönlüne mi gebesin?' diyordu.

*

Evet, başkalarının kurduğu ve kendilerini sıkboğaz etmek isteyen, esir almayı hedefleyen bir düzenlerde yaşayan insanların ve toplumların her birisi, kendi kendi kesin doğrularına göre bir dünya düşünüyordu.

Kimileri, dünya güçlerini, egolarını tatmin eden zevkleri ve materyalist hayatın zenginliklerini hayal ederken; inanç erleri ise, digergam olmayı / olarak, başkalarını da düşünmeyi şiar edinen bir dünyayı hayal edecekti, elbette... Açıktır ki, başkalarının kurup, zorla dayattıkları ve itaat edilmesini istedikleri bir düzene teslim olmayı, yani, başkalarının istediği şekilde yaşamayı kabullenenler sefil bir hayatı seçmiş olacaklardı...

*

Hani, Yahyâ Kemâl, Beyrut'ta bir kiliseyi ziyaret ederken, Hz. İsâ'yı temsil ettiği söylenen bir heykel önünde durur, biraz dalar-gider...

Yanına yaklaşan papaz, bu tabloyu kendi istediği şekilde değerlendirmeye çalışır ve, 'İsâ Mesih de çok gençmiş, değil mi?' der...

Yahyâ Kemâl'in verdiği karşılık ise, son derece düşündürücü ve güzeldir: 'Çarmıhta haz verir insana imân...'

Bir şiirde yer alan o 4-5 kelimelik mısra, doğru olduğuna inanılan bir dünyayı kurmak isteyenlerin ödemesi gereken bedelin en baştan göze alınmasının ifadesidir.

*

Evet, günlük şartlar nicelerini ümidsizlik ve yılgınlığa sürükleyebilir; ama, insan haysiyet uygun bir hayat için, gerektiğinde en ağır bedelleri baştan göze alamayanların yaşayacakları şerefli bir hayat nasıl mümkün olabilir?

*