‘6 Şubat' hikâyeleri bile, vicdan ve rikkat sahiblerini bir daha ağlatırken…

6 Şubat 2023'de ülkemizin yaşadığı gerçekten de çok büyük ve dehşet verici zelzelenin acı sonuçlarını, üzerinden bir yıl sonra anarken bile, anlatılan acı hâtıralardan dolayı gözyaşı dökmemek kaabil değildi. Antakya'da, Maraş'ta, Adıyaman'da, Malatya'da ve ilçelerinde on binlerin yattığı kocamaan yeni mezarlıklarda ve mezar taşlarında da, vefat tarihleri olarak hep aynı rakamlar.

Geride kalanlar, mezarların üstüne kapanıp ağlayan anneler ve çocuklar. Dedeler, babalar ve oğulları ise daha çok vakûr şekilde durmaya çalışıyorlar, elleri duada...

Küçücük yavrulardan kolunu, tek veya iki bacağını da ve hele de anne-babalarını, kaybetmiş olanların şaşkın ve hüzünlü bakışları karşısında gözyaşlarınızı nasıl frenleyebilirsiniz? Ekranlarda o büyük felâketten, buz kesen havada, gece kıyafetiyle ve hatta yalınayak, yağmur altında kalabilenlerin, yıkıntıların altından günlerce sonra kurtulabilmiş, ama sadece nice yakınlarının kayıplarıyla değil, kendi bedenlerinden de ağır bedenî kayıplarla hayatta kalmış olanların anlattıklarının her birisi, temelinde İslâm inancı bulunan bir kültür ve hayat tarzının tevekkül ve teslimiyet havasını da yansıtıyordu.

Bir fizikî yara almadan kurtulmuş, 50'nin üstünde bir kişi, sabahın alacakaranlığında yıkıntıların içinden kendi hanımının ve çocuklarının cesedlerini çıkardığını ve onları kardeşine bırakıp, diğer yerlerdeki kurtarma çalışmalarına gittiğini, gözyaşları boğazında düğümlenerek anlatırken söyledikleri ve 'Evet, ailem tamamiyle gitmişti, ama o anda, o yıkıntıların altındaki büyün herkes de benim ailemdi, onların yardımına koşmalıydım...' derken nasıl bir ulvî insanlık idrak ve hassasiyetine sahib olduğunu yansıtıyordu.

Ekranlarda anlatılanları saatlerce dinlerken, gözlerim de arada bir ekrana kayıyor. Maraş'taydı galiba, bir mezarlık ziyaretinden sahneler... Kur'an okunuyordu, görüntü yoktu, ama ses âşina idi. Evet, herhangi bir hatırlatmaya gerek yoktu, bu nefis tilâvet, bu ülkenin Hakk ve halk nazarında sorumluluğunu üstlenmiş en üst makamdakinin hançeresinden yükseliyordu.

Hele de son 100 yıldır yaşamakta olduğumuz nice jeolojik ve sosyal depremler geçirmiş bir ülkenin bir ferdi olarak, karşılaştığım bu tablo karşısında, sadece jeolojik depremlerin tahribatına değil, sosyal depremlerin de ağır yıkımlarına karşı da, hassas ve mâhir bir ustanın çabalarını bir daha hissettim ve 'Elhamdulillah bu günleri de gördük...' dedim içimden.

*

Bu sahneleri niye mi hatırlatıyorum?

Kendi tercihleriyle inanç potamızın dış çeperinde kalmış olan bazı kesimlerin bulundukları mekânlara uğruyorum. Bu deprem felaketini anlatan ekran görüntüleri sanki onların dünyasına hiç bir şey söylemiyor. Ekranlarda, deprem bölgelerinde yapılan muazzam ihya / hayata döndürme çabalarını yansıtan sahneleri görünce, 'Bunlar mahallî seçimler için yatırım.' diyenler. Hele yukarıda anlattığım -okuyanın görüntüsünün ve isminin verilmediği- Kur'an okuma sahnesini bile seçim yatırımı olarak niteleyen ve kendilerini halktan yukarıda gören kişiler.

Kenardan, 'İstanbul'daki bir siyasetçi aday da geçen sabah Eyyûb Sultan Câmii'ne gitti, sabah namazı için. Onun için de aynı seçim yatırımı lafını edebilecek misiniz?.. Kaldı ki, bu kişi, her zaman Kur'an okuyan birisi. Öteki ise (...) Biraz insaflı ve mantıken tutarlı olun...' diyorum. Birisi, insaf perdesinden devreye giriyor havasında, 'Ekranlardan yansıtılan bu yeniden imar çalışmaları umarım, gerçektir!' diyebiliyor.

Bu arada, hayat pahalılığı üzerindeki şikâyetler asıl mesele oluveriyor.

Yine kenardan, 'Yahu kardeşler diyorum. Bir ülke düşününüz ki, Yunanistan büyüklüğünde, ülkenin 7'de birini içine alan ve ülkemiz nüfusunun 6'da birini, yani 15 milyona yakın muazzam kitleyi de, sosyo-ekonomik yapının dışına çıkaran, 60'bine yakın insanın can verdiği, 100 binden fazla insanın da ağır yaralı olarak çıktığı ve 700 bine yakın konutun yerle bir olduğu, sanayi kuruluşlarının, ziraî ve diğer üretim alanlarının ve yetişkin elemanların devre dışı kaldığı; demir ve karayolların, havaalanlarının kullanılamaz hale geldiği ve sadece, -bir röportajdaki yetkili bir kişinin (sanırım) Antakya'dan naklettiği üzere- bir tek belediye otobüsü şoförünün bile kalmadığı, hepsinin de depremde can verdiği bir tablo düşünün... O zengin bölgenin bir anda devre dışı kaldığı ülkede, fakirleşme ve de pahalılık olmayacak mı, biraz düşünelim. Bizim evimiz veya işyerimiz yansa, fakirleşmez miyiz? Önce Corona Virüs Pandemisi, ve sonra da, böyle bir dehşetengiz büyük zelzele... Hiç bir şey olmamış gibi mi olacaktı, ekonomi? Unutmayın ki, bu ülke 20 sene öncelerde, sadece 30-35 milyar dolarlık ihracât yapabiliyordu; bugün, bunca gailelerle rağmen 260 milyar dolar ihracât yapan bir ülke. Evet pahalılık var, ama kıtlık yok. Ve bunları bir siyasî hareketi doğrulamak gibi saiklerle değil, vicdanî muhasebemin sesi olarak söylüyorum...' diyorum. Neyse ki, sükûttan başka bir tepki gelmedi.