Asım Gültekin, kendisini öğretmeye adamış bir fedaiydi.
Dava insanıydı. İstikamet sahibi olmayı, dava dediği değerler dünyasına olan inancı hiç soldurmadan yaşatmayı kendisine ödev bilmişti.
Öğretmendi. Öğretmenlik mesleği değildi sadece, hayatı yaşama biçimiydi. Ve yaşam, onun etrafındaki gençlere sürekli olarak sorduğu sorularla hareketlenen, dalgalanan bir sınıftı sanki. Neş’eli bir sınıf. Enerjik ve rüzgarda salınan buğday başakları gibi ahenkli bir gençlik. Ve elbette hareket, hareket, hareket. Sokağı hareketlendiren bir marş aniden veya sabah ezanına doğru yola çıkmış bir salavat korosu veya duvarlara yazılan en taze sloganlar yahut insanın ruhunu dürten el ilanları hatta tanımadığınız insanlara selam vererek şiir okuma eylemleri gibi kanı kaynatan işlerin mucidiydi...
Tavizsiz bir dilciydi. Kelimelerin kökenine yaptığı yolculukta, dile dair varoluş felsefesine ayna tutmayı bir bilinçlilik olarak tarif ederdi.
Etrafı hep kalabalıktı. Sorunu olan genç ona rahatlıkla kalbini açabilirdi. Söz verdiği saatte muhakkak dediği yerde olurdu. Yağmurda ya da güneşin altında, onun sizi bekleyeceğini bilirdiniz. Onun hayatı boyunca tek bir kimseyi bekleyeceği mesela, hiç birimizin aklına gelmemişti. Arkadaşları belki de ilk kez hissettikleri bir telaşla, ölüm haberi üzerine, ‘’bizi bekler’’ diyerek koştular gittiler Amasya’ya, onu omuzlarında taşıdılar, yatırdılar yerine, Kur’anını okudular...
O, hayatında da vefatında da, kalabalığı etrafında toplayan bir bal kovanı gibiydi. Allah rahmet mağfiret eylesin, asli vatanına geçti...
Son bir kaç yıldır, akranlarımız arasında giderek hızlanan bir yol telaşı başladı. Sevdiğimiz, hayatı paylaştığımız veya tam aksine uzak olduğumuz hatta küsülü olduğumuz arkadaşlarımız tek tek uçup gittikçe, sanki yeryüzü küçülüp küçülüp bir nohut tanesine dönüyor. Gökyüzü yere iniyor iniyor da, insanın göğsü çatlayacakmış gibi oluyor, başını kaldırıp da yukarılara bakmaya takati kalmıyor insanın.
Üzerine öğleden sonra güneşi vurmuş, kamaş kamaş parlayan bir güz gölüne bakar gibi, hatıralardan başka bir şey kalmıyor geride...
Arkadaşlarımızın vefatlarıyla artlarında bıraktıkları şey; boşluklu asap bozucu bir teste benziyor. Büyük boşluklar, büyük yalnızlıklar, büyük teğet geçişler, büyük sessizlikler, büyük içe kapanışlar, helalleşilemeden havada kalmış kırgınlıklar, kalp burukluğuna dönüşen kalp kırıklıkları, vicdan azapları...
Hayat bir kere daha verilmiş olsaydı bize. Olmaz ya mesela; ‘’vefat eden arkadaşınızı bir saatliğine geri göndereceğiz’’ deselerdi. Ne yapardık?
Hangi kırgınlık, Hangi ertelenmiş tebrik, hangi kucaklaşma, hangi küsüşme, hangi tartışma, hangi inatlaşma, hangi tahammülsüzlük, hangi hasret yarışabilir ki ölümle? Ölümün karşısında galip çıkacak koç yiğit var mıdır dünyada?
Allahım bize dünyada ve ahirette iyilik ver, bizi cehennemin ateşinden koru, bizi dünyada ve ahirette sevdiklerimizle bir ve beraber eyle...