Biz yine buradayız; '28 Şubat, bin yıl devam edecek!' diyen ‘zamâne firavunları' nerede?

-2-

(Dünkü yazıda, '28 Şubat 1997'deki Askerî Darbe Zorbalığı'na gelişin iç ve dış şartlarını ve kendi coğrafyamız dışındaki Müslüman toplumlarda da bir dip dalga halinde yükselen aslî değer ve kimlik arayışlarını ve Osmanlı'nın 600 yıllık mirasının odak noktası olan Anadolu coğrafyasındaki etki ve yansımalarını , bir 'durum muhakemesi' halinde özetlemeye çalışmıştık; devam edelim.)

***

1990'larda 6-7 milyonluk bir şehir olan İstanbul, lüks ve zengin kesimlerin yaşadıkları semtler dışında âdetâ sahibsiz durumdaydı; İstanbul'u kuşatan gecekondulardan, çöp yığınlarından ve kokudan geçilmiyordu, susuzluk çekiyordu. İstanbul Belediyesi'nin 'İSKİ' kurumunda patlak veren 400 milyon dolarlık büyük yolsuzluk ise, olan bitenin üzerine 'tüy' dikmişti.. Ve, İstanbul, Türkiye'nin aynasıydı..

Mart-1994 Mahallî Seçimleri, işte o sosyolojik atmosferde yapılmıştı..

Seçim sonuçlarını gece boyunca yurt dışından takib etmeye çalışıyordum ama, Türkiye medyasında sağlıklı bir haber yoktu. Sabahın 05.00 civarında Amerika'nın Sesi Radyosu'nun farsça yayınına baktığımda ise.. Spiker dehşete kapılmışçasına bir ses tonu ile, 'Tarihin iki büyük imparatorluğuna başkentlik yapan İstanbul, İslâmcıların eline düştü!. 70 yıldır laik rejime başkentlik yapan Ankara ise, İslâmcıların eline düşmekten kılpayı kurtuldu!.' diyordu. (5-6 saat sonra ise, Ankara'nın da kılpayı bir rakamla Refah Partisi'nin eline düştüğü anlaşılacaktı.)

Ve, Türkiye siyasî sahnesine, geleceğin lideri Tayyib Erdoğan işte o atmosferde çıkıyordu.

***

Evet, Türkiye siyasî tablosu o 'mahallî seçim'le bile, 150 yıldır Avrupa'nın güçlü devletlerinin istediği yönde hareket eden Osmanlı ve Türkiye'nin ideolojik açıdan bir ibre düzeltmesine doğru gidilmesi arzusunu yansıtıyordu.

Nitekim, 24 Aralık 1995 Genel Seçimleri' de bu yönelişi doğruluyor, kemalist-laik kesimler şoke oluyordu.

Çünkü, yüzde 22,5'u aşan bir rakamla Erbakan'ın Refah Partisi birinci oluyor, sonra da Tansu Çiller'in DYP'si ve Mes'ud Yılmaz'ın ANAP geliyordu. Onları, SHP (CHP), DSP, MHP vs. takib ediyordu.

Hükûmet kurmak için koalisyon şarttı. Erbakan , DYP veya ANAP'la koalisyona gidebilirdi. Ama, 'Taife-i Laicus', 'şeriat ve irtica' yaygaralarını devreye sokmuştu bile, Gen. Kurmay öncülüğünde..

C. Başkanı Demirel ise, 'Ben Çankaya'dayken, cesedim çiğnenmedikçe Şeriat söz konusu olamaz..' diyor; Yargıtay Başsavcılığı'na getirdiği ve 'ateş gibi..' diye nitelediği bir başsavcı (V. Savaş) aracılığıyla, hukuk adına tehditler yağdırıyor; Danıştay ve Anayasa Mahkemesi de, 'Başörtüsünün, Cumhuriyet'e karşı bir kalkışma /isyan olduğu'na dair kararlar verebiliyor; 'mütegallibe-zorba taifesi', milletin ordusunu ve silahını millete çevirmeye hazırlanıyor; 'Gerekirse silâh da kullanırız..' şeklinde tehditler, gazetelerin manşetlerinden diş gösteriyordu.

***

Demirel, Başbakanlığı üçüncü partinin lideri Mesud Yılmaz'a veriyor; o da ANAP- DYP (Ana-Yol) koalisyonunu kuruyordu. Ama, bu hükûmet 4 ay sonra dağılmıştı. Ülke, ya Erbakan'ın kuracağı bir hükûmete, ya da yeni bir seçime mecburdu. Yeni bir seçim göze alınamadığı için, Erbakan başbakanlığa getirilmiş, Refah-Yol Hükûmeti kurulmuştu.

Ama, 'Asker ve sivil generaller' ve emirlerindeki medya organları ve onların başındaki 'Gn. Yy. Md.' unvanlı 'goygoycu'lar ülkede bir dehşet havası oluşturmak için derhal kolları sıvamışlar; haberlerde kullanılacak manşetleri bile generallere soruyorlar, düzmece 'irtica' sahneleriyle, F. Şahin, Şeyh Kalkancı, vs. şeytanî senaryoları devreye sokuyorlardı.

Erbakan başbakanlığıyla ekonomi rahatlıyacak gibiydi. Ama, Demirel, 'Ekonominin iyi olması durumu değiştirmez, darbe olacaksa olur..' vecizelerini üretiyordu. Pusuda bekleyen F.Gülen ise, generallere yazdığı mektubunda, 'Elindeki dershane ve okulları devlete vermeye hazır olduğunu' açıklıyor; bununla da yetinmeyip, Erbakan'a hitaben söylediği, 'Başaramadınız, çekilip gidiniz..' gibi sözleri manşetlerden veriliyordu. 'Batı Çalışma Grubu' (BÇG) diye bir özel askerî çalışma grubu, Müslüman toplumun her kesimini fişlemeye başlamıştı.

***

Erbakan, -Amerika'nın karşı çıkmasına rağmen-, başbakan olarak ilk yurt dışı gezisini İran'a yapmış, ve sonra da, 'D-8'ler Hareketi'ni kurmuştu. Bu, emperial dünyayı korkutmuştu. Erbakan'ı muhatab almak bile istemiyorlardı. Fransa Başbakanı Ankara'ya gelince, doğru Genelkurmay'a yönlendiriliyordu.

Merzifon'a giden Başbakan Erbakan'ı ise, Hava Üssü'ndeki subaylar arkalarını dönerek karşılıyorlardı.

Ekseriyeti generallerden oluşan Millî Güvenlik Kurulu (MGK), işte o şartlarda '28 Şubat 1997 Muhtırası'nı yayınladı.

General Ç. Bir, hükûmeti devirmekteki kararlılıklarını anlattığı Amerikan Dışbakanı Madeleine Albright'den, 'Gereken değişikliği Meclis aritmetiğini değiştirerek yapınız..' diye 'demokratik yöntem' tavsiyesi alıyor; bunun üzerine, Genelkurmay da, Çiller'in DYP'sinden Genelkurmay'a çağrılan m.vekillerini 'aydınlatıyor' ve 50 m.vekili istifa ettiriliyor; Muhsin Yazıcıoğlu 7 m.vekili ile Erbakan Hükûmeti'ne destek verdiği halde, Demirel, 3,5 ay direnen Erbakan'ı Haziran- 1997 ortasında istifa ettiriyor, ondan sonra da, 'Demokrasi sayısal değil, siyasal ağırlık ister..' diyerek, başbakanlığı Çiller'e değil, Mesud Yılmaz'a veriyor; o da başörtülü kızlara 'Yarasalar' diye saldırıyor; Demirel de, 'Başörtülü olarak okumak isteyenler Arabistan'a gitsin..' diyordu. Bu arada, İmam-Hatib Okulları'nın orta kısmı ve Kur'an Kursları da kapatılıyordu.

***

Yazık ki, o zorbaların çoğu şimdi dünyada değiller.. Hayatta olanlar ise ciddî bir yargılama geçirmediler. 'Kendi ülkelerinin işgalcisi' durumundaki o anlı-şanlı 'asker ve sivil general'ler, milletten bir özür bile dilemediler.

Ama,'En sefil hayat, başkalarının istediği şekilde yaşanandır..' anlayışıyla, Müslüman halkımız ise, 28 Şubat'ı, son olarak 15 Temmuz 2016- Darbe Hıyaneti'ni 'Allah'u Ekber!' nidâlarıyla ve ağır bedeller ödeyerek tarihin çöplüğüne attı.

***