Ege ortak göl olamaz mı?

1960’lı yıllarda Kıbrıs gerginliği yaşanırken merhum Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel aramızın limoni olduğu İngiltere’yi ziyaret eder. Demirel’in İngiliz Dışişleri Bakanı’nın elini sıkması üzerine gazeteciler, “Neden İngiliz Dışişleri Bakanı’nın elini sıktınız?” diye sorarlar. Demirel’in verdiği cevap, “Neresini sıkacaktım kardeşim” olur.

Uluslararası ilişkilerde sorun yaşandığında ülkeler ya birbirlerinin boğazını sıkarlar ya elini sıkarlar.

Diplomasi ve müzakere dış politikanın temelidir. Savaş ve çatışma sopasını göstermek ise diplomasinin bir parçası olarak ortaya çıkabilir. Savaş kaçınılmaz hallerde başvurulan bir yöntem olduğu gibi, devletlerin ‘sert gücü’ göstermeleri de bir yöntemdir.

Son günlerde Doğu Akdeniz ve Ege bağlamında tırmanan gerilimin diplomasi trafiğinin hız kazanmasıyla nispeten sakinleştiğini görüyoruz.

Türkiye ile Yunanistan arasında kadim meseleler ve sorun alanları var. Ama komşuluğun verdiği kadim ilişkiler ve işbirliği alanları da var.

Çatışma ve gerilim her halükarda ülkelere karşılıklı kayıplar yaşatır. Asıl ve kalıcı olan işbirliği zeminini ve ortaklık ruhunu oluşturabilmektir.

Yine merhum Demirel’in şu sözü çok meşhurdur: “Ege bir Yunan gölü değildir, Ege bir Türk gölü de değildir. Haddizatında Ege bir göl değildir”.

Yunanistan Ege’yi kendi gölü haline çevirmeye çalışıyor. Türkiye’nin ise buna göz yumması mümkün değil. Mümkün olsa da iki ülke Ege denizini ortak bir göl haline getirebilse...

Turizm, ticaret ve denizcilik açısından böyle bir ortaklık zemini iki ülkeye de büyük kazançlar sağlar.

Bu ihtimal elbette Yunanistan’ın haksız ve agresif politikalarından vazgeçmesiyle mümkün.

İki ülke arasında istikşafi görüşmelerin yeniden başlayacak olması, NATO’da askeri heyetlerin temaslarda bulunması, AB ve NATO çerçevesinde diplomatik diyalogların artması olumludur.

Ancak iki komşu ülkenin güncel ve tarihi sorunları aşması çok kolay değil.

Yunanistan’da Türkiye karşıtlığı iç siyasetin önemli bir parçası. Yunan siyasetçiler bu karşıtlığın ürettiği dalgalar üzerinde sörf yapmayı çok seviyorlar.

Yunanistan kamuoyunda da Türkiye’ye karşı derin bir kaygı, şüphe, takıntı ve korku var. Yunan toplumu hem Türkiye’deki her gelişmeyle daha ilgili hem de derin önyargılara sahip.

Kilise ise toplumu ve siyaset üzerindeki etkisiyle zaman zaman bu durumu körüklüyor. Özellikle megalo idea hayalleri Bizantinist bir ütopyayı besliyor.

Daha düne kadar Ege’deki adalar Türk turistlerin akınına uğrarken bugün yalnızlaşan adalara asker sevkiyatı yapılıyor.

Yunanistan AB üzerinden ikili sorunları dayatmalarla kendi lehine aşmaya çalışıyor. Türkiye’nin ise böyle dayatmalara razı olması mümkün olmadığı gibi, gerilimin yükselmesi halinde tüm seçeneklere başvurmaktan çekinmeyeceği de çok açık.

NATO ve AB’nin iki ülkenin yaşadığı tarihi meselelere karşı taraf olmak yerine orta yolu ve makul çözümü araması daha doğru olandır.

Yunanistan AB’yi Türkiye’ye karşı bloke etmeye çalıştığı gibi, Kıbrıs Rumları da Yunanistan’ı parmağında oynatıyor. Büyük olanın küçük olanın takıntılarına esir olması AB’nin vizyonunu ve oynayacağı rolü küçültüyor.

Annan Planı başta olmak üzere tüm uluslararası inisiyatiflerden kaçan veya oyun bozan taraf Rumlar oldu. Bugün de Yunanistan diplomasiyi kendi hayallerini daraltacak ve engelleyecek bir zemin olarak görüyor.

Oysa Yunanistan, Türkiye ile iyi ilişkiler geliştirmenin kendisine kazandıracağını, arayı bozmanın ise kaybettireceğini iyi hesap etmeli.

Diplomasiden korkan ve kaçanlar genelde haksız olanlardır.