Gözyaşında, okyanusun hakikati vardır...

Dün, Muharrem ayının 10. günüydü, yani ‘’aşura’’ günüydü. 680 yılında Hz. Peygamberimizin (sav) kızı Hz. Fatıma ve damadı Hz. Ali’nin evlatları Hz. Hüseyin’in Kerbela’da, 72 kişilik aile efradıyla birlikte, ki içinde bebekler ve dedeler de vardı, acımasızca, feci şekilde katledilmesi olayının yıl dönümüydü...

Bu elim faciayı, yeterince idrak edip, dersler, ibretler çıkartabildiğimizi sanmıyorum. Zira bir yandan resmi tarihin seküler dilinin yok saydığı, sansürlediği geçmişimiz, bir yandan medeni geleneğimizin değerler dünyası ile yaşadığımız radikal yabancılaşma, hatta yırtılma seviyesindeki kopukluk, bizi ciddi anlamda bir kimlik krizine, hafıza kaybına uğratmıştır. Ki bu, işin sadece bilinç yönüdür. Bir de ruhi ve kalbi yönü vardır ki, duruşumuz, kim olduğumuz ve tarafımız orada belli olur.

Ehli Beyt’te Resul-i Kibriya’nın hassasiyet derecesindeki sonsuz sevgisi parlar. Bundan yoksun kalan kişinin bilinci tamamlanmamıştır ve gönlünün de nuru sönmüştür...

İmam Kuşeyri, Nur Suresinde, kalbin nurlarından bahsederken; Cenabı Hakkın kulun kalbini nurlarla süsleyip tezyin ettiğinden söz eder. Akıl nuru, anlayış nuru, bilgi nuru, yakin nuru, marifet nuru, tevhid nuru şeklinde sıralar. Tevhide erebilecek kalbin, akıl, anlayış ve bilgiden nurlanarak çoğalması dikkate değer bir dokunuş.

’Ancak bilenler ağlar’’ sözünün hikmeti de bunu işaret eder zannederim. Kalp bilirse, titrer, dalgalanır, gözü yaş yürür. Gözyaşı idrakin nişanesi olur.

Ehli Beyt’in başından geçen soykırımı hakkıyla bilmeden, ibret almadan da gözümüzden yaş gelmez.

680 yılında, Resulullah’ın (sav) ahirete irtihali üzerinden sadece 48 yıl geçmişti. Hz.Hüseyin ve maiyetindekileri şehit edenler arasında, ‘’Resulullahın (sav) bu başı öptüğünü gördük’’ diyenler vardı. Hatta namaz kılarken, sevap kazanmak için onun ardında namaza duranlar vardı... Akıl dışı bir zulüm ve şaşkınlık verecek bir cehalet...

Olayların; 1- Halifeliğin, babadan oğula geçecek şekilde saltanata dönüştürülmesiyle alevlendiğini, 2- Zorla başa geçirilen Yezit’e, liyakat ve ehliyet açısından itiraz edenlerin, güç ve iktidar sahiplerince muhalefet kabul edildiklerini, 3- Herhangi bir sulh ve çözüm yolu aramadan, feci şekilde imha edilerek susturulduklarını görmemiz, idrak etmemiz ve ibretler almamız gerekiyor.

Bizler büyüklerimizden bu konular açıldığında, edeben susmamız gerektiğini öğrenegeldik. Ne var ki bu uzun suskunluklar, beraberinde modern zamanlara has bambaşka bir duyarsızlığı, cehaleti de getirip koydu önümüze... Aşura’yı, aşureden ibaret hale getirip çıktık işin içinden. Osmanlı döneminde hatimler, dualar, mersiyeler eşliğinde halka ikram edilirdi ve Yüce Allahın izzet-i dergahında kabul olması temennisiyle, hasıl olacak sevap da Ehli Beyt’in ruhuna gönderilirdi. Ama tarihi bilinçsizliğimiz sayesinde, işin sadece gösteri kısmı kalmış, aşura, ne yazık ki aşure yeme bayramına çevrilmiştir.

Bu içeriksizlikten, bu gafletten, bu nasipszilikten kurtulmamız gerekiyor. Ritüellerin kodlarına, soy kütüklerine ulaşmamız, onları idrak etmemiz gerekiyor. Biz bunu niçin yapıyoruz diye sormamız gerekiyor. Hasılı kelam; akleden bir kalbimiz olması icap ediyor. Aksi taktirde, gözden yaş gelmiyor. Oysa gözyaşında, okyanusun hakikati vardır...