Ramazan'dayız..
Bir kısımlarımız, 'sadece yemek-içmek ve sair fizyolojik ihtiyaçlardan kendimizi belirli bir süre uzak tutmaya çalışmak' sanmaktalar, Ramazan ve orucu..
Elbette o sınırlamalar da basit ve küçümsenecek şeyler değildir, çünkü insanın kendisini frenlemesinin en zor olduğu alanlardır. Ama, bu ibadet, bizi irade imtihanına tâbi tutmaktadır. Asıl olan, bu ilahî sınırlamaların hikmetini kavrayabilmektir.
Muhakkak ki, sabahtan akşama kadar aç ve susuz kalıp, akşam olunca tıka-basa yemek, kendimize ziyafet çekmek değildir, oruç tutmanın hikmeti.. Ki, nicelerimiz bu hikmetten uzak düştüklerinden, Ramazan'da terkettikleri veya sınırlayabildikleri zararlı veya kötü alışkanlıklarını iftardan ve hele de Ramazan'dan sonra aynıyla devam ettirmekteler.. Yazık, onlara..
Bir hadis-i nebevî rivayeti vardır, 'insanoğlunun doldurduğu en kötü kab, kendi midesidir.' meâlinde..
Buna karşı, 'Yiyelim- içelim kâm alalım dünyadan..'; ya da, 'Sen yeme ben yiyem..' laflarına göre şekillenmiş ve insanı sadece behimî isteklerinin esiri haline getiren ve 'sîreten' değil, sadece 'sûreten' insan şeklinde değerlendiren materyalist anlayışlar vardır ki; bu, dünyayı yaşanmaz ve hedefsiz, gayesiz, bir noktaya doğru sürüklemektedir.
Nitekim, Kur'an-ı Mubîn de, bizi, bir çok âyetlerinde, 'Allah haddi aşanları sevmez, ve onlar için elem verici bir azab vardır..' diye ikaz etmektedir.
Müslümanların Ramazan'ı, geride kalan bir yılın muhasebesini yaparak geçirmek gibi bir güzel örfleri de vardır. Geçen sene birlikte olup da bu sene aramızda- dünyamızda olmayanları hayır-dualarla anarlar; aramıza yeni katılan yavrular için hayırlı yarınlar niyaz ederler.
Ayrıca, geçen yılın ekonomik hesabını yaparlar ve yıllık kazançlarının zekâtını, genelde Ramazan'dan Ramazan'a göre hesab ederler.
Böyle mübarek zamanlarda 'tebrik'leşiriz.
Ama, genelde bu tebrikleşmenin ne demek veya niçin olduğunu pek düşünmeyiz.. 'Tebrik ederim/ Mübarek olsun!' gibi ibareleri söyler geçeriz de, bu tebrik cümlelerinden murâd, 'onun mübarekliğine, bereketine erişesiniz..' mânâsında bir tavsiye ve temenni olduğunu pek düşünmeyiz.
Halbuki, asıl mesele, o mübarekliğe, o berekete erişmek dikkat ve idrakinde olup olmadığımızda düğümlenmektedir.
Genelde yaşlı erkeklerle yaşlı-genç hanımlar, anneler, bacılar, 'mukabele' meclislerine giderler, Ramazan'larda...
Kimisi, Kur'an okumayı da bilmez, sadece Kur'an'ı açıp okuyormuş gibi izlemeye çalışırlar. Öyle Müslümanlar vardır ki, Hacc'a giderler de, hattâ 'Allah' lâfza-i celâlini bile okuyamazlar.. Ama, onlardaki imânî heyecana imrenmiş ve 'Keşke, ben de o derin manevî hazzı alabilseydim..' dediğim çok olmuştur.
Aynı şekilde, siyah Afrika'nın ortalarından hacca gelmiş Müslüman kardeşlerimizdeki imanî heyecan'ı imrenerek izlemeye çalışmışımdır. Hele 1998 Baharı'nda, Çin'den, Türkistan'ın Urumçi ve Kaşgar şehirlerinden gelmiş olanların oteline gittiğimde, onların hocası durumunda olan zat ile konuşurken, anlamıştım ki, Fâtihâ Sûresi'ni bile ezberden okumayı bilmiyordu. Üzülmüş ve 'Hocaları bile böyle olan bu insanlar İslâm hakkında neler biliyorlar ki..' diye bir gönül sancısı yaşamıştım. Ama, onlarla Kâbe'ye gitmek üzere yola koyulduğumuzda, Kâbe'ye doğru yaklaştıkça ve hele de Mescîd-ul'Haraam'ın giriş kapılarından birinden içeri girerken, Kâbe gözükür gözükmez o insanların yaşadığı imânî heyecan karşısında şaşırmıştım; kendimde onlardaki heyecanın onda birinin bile olmadığını düşünmüştüm.
Onun için, 'taklidî iman' derecesinde bile olsa, o heyecanı yaşamak, imân'ın dışa vurmasıdır. İdeal olan, elbette ki, 'taklid' derecesinden 'tahkikî iman' derecesine varmaktır. Ama, 'tahkik'e varacağım diyenlerden nicelerinin, 'taklid' derecesinde olanların heyecanları derecesinde bile olmadıklarının nice örneklerini yaşıyoruz. Ve, heyecanı duyulmayan imân, bir âdet veya kuru bir alışkanlık haline gelmiş demektir.
Düşünelim ki, Allah'u Teâlâ'nın görünmez bir ordusu, dünyaya öyle bir çeki düzen veriyor ki, başlangıçta kimse bunu tahmin edemezdi.. Evet, geçmiş asırlarda da veba/kolera ve 100 yıl önce de 50 milyon kadar insanı öldüren İspanyol gribi görülmüştü. Ama, bugün yaşanan salgın, bütün dünyayı hizaya getirdi..
10 ay kadar öncelerde o zamanki Amerikan Başkanı Trump, 'Bu salgında en azından 200 bin kadar insan kaybedebiliriz..' dediği zaman Amerikan toplumu dehşete kapılmıştı, '200 bin kişi mi?' diye.. Ve bugün, resmî rakamlarına göre, B. Amerika'nın bu salgından dolayı uğradığı insan kaybı 580 bini geçmiş bulunuyor. Hele de maddî zenginlik ve refah ve gelişmişlik açısından kendilerini herkesten ileride gören ülkeler en büyük darbeleri yiyorlar, hâlen de.. Ve bizim de, bu salgından dolayı 1 ay öncesine kadar bir yıllık kaybımız 18 bin civarında iken, şimdi 40 bine yaklaşıyor. Ve, aklen ve şer'an alınabilecek tedbirlere tevessül etmeyi hâlâ ciddîye almayanlarımız var.
Evet, Ramazan, kendimizi ve bu hayatı ve bu âlemi belki de her zamankinden daha yoğunluklu olarak düşünmek mevsimi..
Yûnus'un 850 sene öncelerdeki sözüyle tekrar edersek, 'İlim, ilim bilmektir../İlim kendin bilmektir../ Sen kendini bilmezsin../ Bu nice okumakdır?' Bunun daha değişik şekli, 'Kendini bilen, Rabbini bilir; ve, Rabbini bilen kendisini bilir..' şeklindedir.