‘Kara gün dostluğu' elbette yüksek bir insanî değerdir ve bizim de göstermemiz gerekir

Büyük-küçük nice tabiî felâketler sırasında canlarını, mallarını, her şeylerini yitirenler karşısında yapılacak ilk şey, herhalde, o felâkete uğrayanlar için 'hayır- dua' dışında ne gibi insanî yardımlar yapabileceğimizin ve uğranılan bu musîbetler konusunda kendi kusurlarımızın olup olmadığının, tedbirlerde kusur edip etmediğimizin ve bundan sonra nelerin nasıl yapılması gerektiğinin hesabını yapmak olmalıdır.

*

Dünyanın çeşitli ülkelerinden gelen bunca ilgiden dolayı elbette teşekkür ederiz. 'Bizim kendimizden başka dostumuz yoktur.' gibi, toplumu kendi içine kapanmaya davet eden sözleri bir kenara koymalıyız.

Ama biz de kendi coğrafyamız dışındaki deprem bölgeleriyle aynı şekilde ilgileniyor muyuz? (Bunu, Tayyib Bey'in iktidar dönemindeki faaliyetleriyle, başta İHH olmak üzere STK'larının dünya çapındaki çalışmaları için söylemiyorum. Çünkü bu dönemde kendi dışımızdaki dünyaya yapılan insanî yardımlar açısından dünyanın en önde gelen 2-3 ülkesinden biriyiz. Ama bu durumun, yazık ki, toplumumuzun kitle iletişim araçlarından ekranlara ve sosyal medya alanlarına yansıtılamadığı açık.)

*

Meselâ, bu depremde Suriye'de de yaklaşık 5 bin civarında olduğu tahmin olunan insan kaybı karşısında bizdeki dijital iletişim kanalları Suriye'yi de hatırlıyor mu?

İlk gün, Tayyib Bey, Türkiye ve Suriye'de meydana gelen büyük depremden birlikte söz etmişti. Ama ondan sonra, kitle iletişim araçlarının nazarında, Suriye'de her şey güllük-gülistanlık sanki o konuya hiç değinilmedi.

Halbuki burada bir devlet var; Suriye'de o da yok. Beşşâr Esed'in kızı 'Zein'in, dünyaya yaptığı çağrı ise daha da ilginç. O, 'Yapılacak yardımların doğrudan Suriye hükûmetine yapılmasını, aksi halde o yardımların, (daha çok Afrin ve İdlib gibi Türkiye'nin etkin olduğu deprem bölgelerini kasdederek), 'terörist' (dediği kişi ve örgüt)lerin eline geçeceğini, bundan kaçınılması gerektiği'ni hatırlatıyordu.

*

Suriye'yle mevcud durumun, ilânihaye devam ettirilebilir durum olmadığı açık. Çünkü, Rusya, Amerika, İran, Fransa ve İngiltere gibi, Suriye'yle bir sınır ortak sınırları olmayan devletler bir tarafta, Suriye'yle 910 km.'lik bir ortak sınırı ve 100 yıl öncesine kadar 400 yıllık bir ortak tarihi olan Türkiye'nin ve de bazı Arab rejimlerinin Suriye Buhranı konusunda nasıl anlaşabileceklerini tahmin etmek çok çetin bir mesele. Ve bu konu, bölgemizde, bir kangrenli uzuv haline dönüşmektedir, bu kangrenin 'kan zehirlenmesi'yle sonunda, bütün bölge öngörülemez maceralara sürüklenebilecektir. Bu açıdan, nasıl ki, biz bugün, başka ülkelerin 'kara gün dostluğu'nu övüyorsak, kendimiz de benzer bir 'kara gün dostluğu'nda bir istisna göstermemeliyiz. Ve Suriye'de de bu deprem yüzünden büyük bir zayiat var; sadece vefatlar bile 5-6 bin'i aşmış bulunuyor.

*

Tayyib Bey, dün, Birleşik Arap Emirlikleri'nde düzenlenen 'Dünya Hükûmetleri Zirvesi'ne, video-konferans'la bağlandığında, 'Bu büyük felâket karşısında yapılan yardımlar ve bu kara gün dostluklarının asla unutulmayacağını' söylüyordu. Aynı kara gün dostluğu göstermeye biz kimseden geri kalamayız. O halde, Türkiye geçmiş 12 yıllık gerilimi bir kenara bırakıp, Şam Hükûmeti'ne de yardım elini uzatabilir, uzatmalıdır. Hele de kendisinin bu çetin ânında.

*

Evet, Türkiye bugün, kendi derdiyle meşgulken, Suriye'yi kendinden ayrı tutamaz. Esasen, Türkiye'den birçok STK'ları, Suriye'de İdlib, Afrin ve diğer yerlerde yardım çalışmalarını sürdürüyorlar. Ancak bu durum, resmî nitelikli olmadığı gibi, bizim kamuoyunda da pek göz önünde bulundurulmuyor.

*

Nitekim aylardan beri Türkiye aleyhindeki zehir-zemberek beyanları ve uluslararası diplomasideki entrikalarıyla bilinen Yunanistan, bu büyük deprem felâketi üzerine Dışişleri Nikos Dendias'ı Antakya deprem bölgesine bile göndermiş ve Çavuşoğlu da, deprem felâketi karşısında Yunanistan'ın gösterdiği yakın ilgiye de teşekkür ederken, 'Yunanistan'la münasebetlerde yeni bir sahife ' açıldığını da söylemiş bulunuyor. (Düşünelim ki, Yunan TV kanallarında, 'Ben seni sevduğimu dunyalara bildurdum.' şeklindeki Karadeniz ezgisi bile yayınlanmış...)

Bunlar, evet, bir komplekslere kapılmadan, karşılığı dostça verilmesi gerekli davranışlar.

*

Bundan ayrı olarak, İsrail rejimi Dışişleri Eli Cohen de dün Ankara'ya geldi. Çavuşoğlu'nun bu ilgiye teşekkür etmesi, elbette diplomatik nezaketin gereği. Ama Çavuşoğlu, Cohen'e, 'Ramazan yaklaşırken, gerilimin tırmanmaması gerekiyor. Mescid-i Aqsâ'nın statüsünün korunması da önemli. İki devletli çözüm çabalarına zarar verecek durumlardan kaçınılmasını istiyoruz' hatırlatmasında bulunması da yerindeydi.

*

Ancak burada bir parantez açıp ifade edelim ki, İsrail rejiminin önde gelen Yahudi din adamlarından Haham Shmuel Eliyahu, Türkiye ve Suriye'de büyük yıkıma neden deprem felaketi için, 'The Times of Israel' gazetesinin 13 Şubat günlü çevrimiçi sahifesinde yazıldığına göre, "Türkiye ve Suriye'deki depremlere nasıl yaklaşılmalı?" başlıklı makalesinde, 'Topraklarımızı birkaç kez işgal edip bizi denize atmak isteyen çevremizdeki tüm ulusları Tanrı yargılıyor.' demekten kendisini alamamış.

Yazısında, -Yahudilerin ellerindeki mevcud- Tevrat'ın 'Mısır'dan Çıkış' bölümüne atıf yapan Eliyahu, bu 'son depremde hayatını kaybedenleri, Hz. Musa öncülüğündeki İsrailoğullarını kovalarken Kızıl Deniz'de boğularak ölen Fir'avun ordusu'na, deprem için de için de, "ilâhî adalet" benzetmesinde bulunarak, "Suriye, bizi öldürmek ve yok etmek için İsrail'i üç kez işgal etti. Bizi her arenada karalayan Türkiye ile hangi hesapların çözülmesi gerektiğini bilmiyoruz. Ama Tanrı bize bütün düşmanlarımızı yargılayacağını bildirdiğine göre, bunu anlamak için etrafımızda olup bitenlere bakmamız yeter. Yaşanan her şey, dünyayı temizlemek ve daha iyi hale getirmek için oluyor. Bize zarar veren çevremizdeki tüm uluslardan intikam alınacak" gibi en gaddarca ifadeleri kullanmaktan çekinmedi.

Gönül isterdi ki, Çavuşoğlu, Eli Cohen'in dert ortaklığına dair diplomatik laflarına cevap verirken, işbu Haham Efendi'nin 'inci'lerini de göstersindi.

*

Bu vesileyle, 1974'lerde Filipinler'de yaşanan bir depremi de hatırlayalım.

1974-75'lerde, Filipinler'in Müslüman bölgesi olan Mindanao'da büyük bir deprem meydana gelmişti. İnsan zayiatı binlerle ifade ediliyordu. Filipinler, Ferdinand Marcos isimli bir diktatörün pençesindeydi. Depremin, Mindanao bölgesini vurduğunu öğrenince, 'Önemli değil, çünkü, onları deprem öldürmeseydi, biz öldürecektik.' diyecek kadar aşağılık birisi olduğunu göstermişti.

Şimdi, şu Yahudi din adamı Haham Efendi'yle Marcos'un mantığı arasında ne fark vardır?

*

İki-üç tablo da içerden:

1-Bir eski Marksist -ateist kişi, İstanbul'dan, milletvekili bile olmuştu. Halk TV'ye verdiği, deprem felâketi karşısında bir takım olumsuzlukları eleştirmek adına, 'Bu devlet yıkılmalıdır! Böyle bir devletin düşmanı olmak meşrudur.' gibi laflar edebilmiş. Böyle lafları edebilen bir kişinin, hele de 14 milyonu deprem bölgesinde olmak üzere ve 85 milyonun karşısına, bu kadar açık bir yıkıcılığa soyunmasının bir bedeli olmamalı mıdır?

2-Deprem bölgelerini gezen bir HDP milletvekili 65-70 yaşlarındaki bir Kürd Müslümanın, dün, 'Ben kürdüm, ama Kürdçü değilim. Biz burada ne açız, ne açıktayız, Devlet bizi koruyor, sen buraya şow yapmak için gelmişsin, defol!' söyleriyle payladığı ve yazık ki kişi biraz utanmış mıdır?

3- Ü. Özdağ isimli mâlum ırkçı parti lideri milletvekili kişiyle, İstanbul AK Parti milletvekili i Aziz Pabuşçu'nun ırkçılık üzerine yaptıkları ve neredeyse fizikî kavgaya dönüşmeye varacak hale gelen sert tartışmayı izledim. Teşekkürler Aziz Bey...

*