Okuyucularla Hasbihal... Bir emperial-şeytanî yola girmenin hepimizi kıvrandıran sancısı...

Bu haftaki 'Okuyucularla Hasbihal'de bugünlerde hepimizi derinden sarsan konularda dertlerini bizimle paylaşan okuyuculardan -sütunun hacmi sınırlı olduğundan- sadece birisinin yazdıkları etrafında sohbet edelim:

*Samsun'dan Ahmed Muhtar Kerimoğlu diyor ki: 'Aylardır Gazze'de yaşananları görmekten, izlemekten bir hal olmuştuk ki, 2-3 hafta önce 12 kadar asker evlâdımız da Kuzey Irak'ta Amerikan ve İsrail başta olmak üzere, bir takım fitne odaklarının 'kiralık kaatil'i rolündeki PKK'lı teröristlerce katledildiler. Ve evvelki akşam da, ağır kış şartları altında, yine Kuzey Irak'ta 9 kurban daha verdik. Yüreğimiz dağlandı elbette.

Benim atalarım 120 yıl öncelerde Diyarbekir'den Bafra'ya gelmişler, benim çocukluğum Bafra köylerinde geçti. Yaşlı hanımlar Türkçe bilmezler ve Kürdçe konuşurlardı. Ben de çocukluğumdan beri, günlük konuşma çerçevesi içinde Kürdçe biliyorum. Ama ben o çocukluk yıllarımda da, sonrasında da, Kürd olarak ne dışlandığımı hissettim, ne de yabancılık çektim. Bazan, büyük dedemin ailesinden geride kalanların bulunduğu Ergani'ye giderim. Ben, Samsun'da, hiç bir zaman dışlanmadığımı anlattığım zaman, bazı gençler inanmak istemiyorlardı. Ben onlara; 'Kardeşler, siz kendinizi ayrı bir kalenin içine hapsetmişsiniz, kendinizi dışlayan bizzat sizsiniz. Geliniz, sizi Samsun'a götüreyim' diyorum. Evet, geçmiş 100 yıllık uygulamada, çok yanlış uygulamalar olmuş, ama biz ve benim büyüklerim o zaman da burada hiç yabancı görülmemişler.' diyorum. Bizim, Bafra köylerinde sadece Kürdler değil, Arnavutlar, Çerkezler, Gürcüler, Türkler vardı. Ama 'Kimseye, kavmine göre farklı bakışımız olmazdı. Hepimiz, câmide birleşiyor, kaynaşıyorduk. Ben 30 yıldan fazla zamandır, Samsun'un içinde yaşıyorum, bazan yine gidiyorum köyüme. Ve burada, Bayburt ve Gümüşhane taraflarından ve dahası, Afganistan ve Suriye'den gelen kardeşlerimiz var. Onlar birkaç kelime dışında Türkçe bilmiyorlar. Yine de câmilerde, pazarda, mahallede bir yabancı saymak durumu yok. Dahası, inanır mısınız, genç nesiller, tarlalarda çalışmayı pek sevmiyorlar. Bütün bu işleri de sığınmacı denilen bu kardeşler yapıyorlar. Son ziyaretlerimden birinde, büyüklerime, 'Bu Afganistanlı veya Suriyeli kardeşlerden bir rahatsızlığınız var mı?' diye sordum. O köylerde yaşayan ve Kürd kökenli yakınlarımız, 'Bu gardaşlar olmasa, yükümüz ağır olur. Bunların her birisi, 3-4 kişinin yaptığı işleri yapıyorlar. Allah için temiz ve ahlâklı insanlar.' diyorlardı. Bütün bu insanları bir arada kaynaştıran büyük sır, sadece İslâm. Böyleyken, bazı kimse veya çevrelerin, insanları ısrarla, ahlâk ve karakterlerine değil de kan soylarına, kavim veya dillerine göre gruplara ayırmaya çalışmalarını anlamıyorum. Anadolu'da halkın içinde, insanları 'Türk, Kürd, Çerkez, Gürcü, Arab, Fars' diye ayırmadan, sadece karakterlerine, ahlâkî yapılarına göre yakın veya uzak durduklarını görmek daima mümkün. Ve şunu da belirteyim ki, Filistin'de Siyonist Yahudilerin, İsrail rejiminin sergilediği canavarlık da, oradaki halkın Arab olmasından dolayı değil, sadece ve sadece 'Müslüman' oluşlarından dolayı. Bu bakımdan, o ağır bombardımanlar, o canavarlıklar ve 30 bine yakın çocuk ve annelerinin öldürülmesi gerçekte bütün Müslümanlara beslenen düşmanlık duygularını yansıtmaktadır. Bu noktayı unutursak, sadece Filistinliler değil, hepimiz kaybederiz.'

--Evet, Samsun'dan yazan ve aslen Kürd olan bu okuyucu, aslında, bir Müslüman toplumunda olması gereken olumlu tabloları yansıtıyor. Evet, biz bu idik. İnsanlar birbirlerini, sadece dinlerine göre belirliyorlardı.

Dahası, 100 yıl öncelerde, Osmanlı Devleti savaşta yenildiğinde Müslüman halklar, yeni bir Moğol İstilâsı ve yeni bir Haçlı Seferi ile karşı karşıya gelmiştik. O zaman da, 'Anadolu ve Rumeli Müdafâ'y-ı Hukuk Cemiyetleri –teşkilatları' kurulurken, ilk maddesinde hedef, şu veya bu kavim değil, gaayet net olarak, 'Ahali'y-i İslâm'a yapılan mezalime son vermek.' şeklinde yazılmıştı.

Dahası, Ankara'da yeni rejim kurulurken, o zamanki ismiyle 'Teşkilat-ı Esâsiye Kanûnu'nun, yani Anayasa'nın ikinci maddesinde, 'Devlet'in dini, Dîn-i İslâmdır.' hükmü yazılıydı; bu hüküm, 1928'de sessiz-sadâsız ve 'Devletin dini olmaz.' mügalatasıyla, demagojisiyle kaldırılana kadar. Hattâ o Anayasa'da, Ankara'daki Meclis'in vazifeleri sayılırken, 26. maddede, 'Ahkâm-ı Şer'iyyeyi tenfiz.' yani, 'Şeriat hükümlerinin uygulanması' yazılıydı.

Hani zaman zaman, Cumhuriyet'in fabrika ayarlarına dönmekten bahsediliyordu ya. İşte buyurun, o ayarlar.

Ama o zamana kadar hattâ, en yukardaki liderler bile Meclis'te Türk ve Kürd halklarının büyük fedakârlıklarıyla elde edilen zaferlerden söz ederken, 1922'lerde, birden bire 'ulus-devlet' dayatması öne çıkarılıverdi.

Açıktı ki, emperyalizmin telkinlerinin, 'ulus-devlet' anlayışının yüksek tefekkür ve ideolojik gerçek sanılıp kabul edilmesiyle, milletin ruhuna, beynine kezzap döküldü. Bugün yaşananlar da o döneminden miras kalan bir sapmanın sonucudur.

*