Türkiye'nin İstanbul Sözleşmesi'nden 1 Temmuz itibariyle resmen çekilmiş olması, kadına yönelik şiddetle mücadelede hassas olan kimi çevrelerde tepkiye neden oldu.
Tepkili çevreler sözleşmenin ne içeriğini işlevini, ne de kanunlar olmasa tek başına şiddeti önleme gücü olup olmadığını konu etmeksizin siyasi iktidarı dövmekle meşgul. Ciddi enerji ve mesai harcamaktalar.
Kuşkusuz şiddetle mücadele eden, sahaya inen, elini taşın altına koyan herkesin verdiği emek kıymetlidir. Bunun için ancak minnettar olunur.
Nitekim farklı siyasi ideolojik çevrelerden de olsa sivil toplum kuruluşlarının ve kişilerin bir araya en kolay geldiği konuların başında gelir şiddet karşıtlığı.
Mağdurun yanında, saldırganın karşısında olunur.
Hal böyleyken, ideal olan buyken kadına yönelik şiddeti bizatihi iktidarı dövmek için kullanmak ne yazık ki meseleyi araçsallaştırmaktan öteye geçmiyor. Sadece yoruyor, gücümüzü potansiyelimizi bölüyor ve bizi gerçek hedeften uzaklaştırıyor.
İşin aslı İstanbul Sözleşmesi yürürlüğe girerken de, daha düne kadar cari iken de aynı çevreler aynı amaçla ve benzer argümanlarla iktidarı hedef almaktaydı.
2000'lerin başından itibaren Türkiye'de siyaseti ve kadın hareketlerini takip eden herkes, amacın üzüm yemekten çok bağcı dövmekle ilgili olduğunu teslim edecektir.
Ülkemizde ne yazık ki böyle bir sorun var. Bir sorunun çözümü için yola çıkan bazı insanlar yahut örgütler, bir süre sonra sorunun bir parçasına dönüşebiliyorlar.
Öyle olmasa İstanbul Sözleşmesinden çıkıldı diye tepki verenler 6284 sayılı "Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun" sanki iptal edilmiş gibi davranır mı?
İstanbul Sözleşmesinin sadece çerçeve bir metin olduğunu, kadınların haklarını ve özgürlüklerini koruyan anayasanın ve kadın ya da erkek kişiyi şiddetten koruyan yasaların yerli yerinde olduğunu bilmiyor olabilir mi itirazcılar?
Sözleşmeden çekilmek çekilmemek siyaseten tartışılabilir elbette, herkes söz sahibidir, fikrini söyler. Ama kadını şiddetten koruyacak olan uygulamalar ve yasalar yürürlükteyken, üstelik caydırıcılığın artması için cezalar artırılıyorken sanki sözleşmeden çekilince bütün katiller saldırganlar tecavüzcüler teşvik edilmiş gibi yapmak da neyin nesi?
Sözleşme metninde geçen ve çeviri bir kavram olan "toplumsal cinsiyet" lafzının toplumun bazı kesimlerinde hassasiyet oluşturduğunu, atağa geçen küresel LGBT lobilerinin aileleri tedirgin ettiğini görmezden gelerek siyaset yapılabilir mi?
Kadınları şiddetten korumak için LGBT savunucusu olmak mı gerekiyor?
CHP, İyi Parti, Saadet Partisi ve diğerleri ne diyor bu konuda?
Neden ha bire top çeviriyorlar da şu sorulara kamuoyunun önünde cevap vermiyorlar?
Mesele gerçekten kadını şiddetten korumaksa, mesela Meclis'teki Kadına Yönelik Şiddetin Araştırılması Komisyonu'ndan ayrılan CHP, İP ve HDP'ye neden tepki vermiyor kimse?
Hal bu ki kadın hak ve özgürlüklerinin teslimi ve kadına yönelen her tür şiddetin son bulması için devrim niteliğinde adımlar attı AK Parti hükümetleri. 2023'e giden süreçte de en önemli siyasi hedeflerinden biri kadını ve aileyi güçlendirmek.
TBMM'yi de bu yönde çalıştırmak istiyor iktidar.
Adalet Komisyonu'nda kabul edilen 4'üncü yargı paketi bugün Genel Kurul gündemine gelecek. Yasalaşacak tasarılardan biri de, boşanmış eşe karşı işlenen suçların cezasının ağırlaştırılmasını içeriyor.
Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın 1 Temmuz'da açıklanan Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele 4. Ulusal Eylem Planı'nı tanıtırken dediği gibi: "Kadına yönelik şiddet uzun soluklu, sabır ve toplumsal mutabakat gerektiren bir süreç. Kadına yönelik şiddetin tamamen ortadan kalkması, tüm kesimlerin inancı ve çabasıyla mümkündür".
Bu cümlelerin altını çizmek istiyorum. Ayrışmak, birbirimizle uğraşmak yerine şiddetin ve zorbalığın karşısında yan yana durabilmeliyiz.
Siyaset üstü bir mevzu çünkü bu.
Kadınlık erkeklik değil "insanlık" meselesi.