Doğmak, büyümek ve ölmek... Hayatın değiştirilemeyen gerçeği, insanın engel olamadığı seyrüsefer, sadece insanın değil yaratılmış olan her şeyin mutlak kaderi...
Bu gerçek, insan için böyle olduğu gibi onun eseri olan kurumlar için de böyledir. Kurumlar da doğar, büyür ve ölürler.
Şöyle bir deyim vardır: Aile şirketlerini babalar kurar, oğullar büyütür, torunlar batırır.
Babalar kurar çünkü baba sermayesini değerlendirmek zorundadır. Geleceği buna bağlıdır. Bu yüzden kurduğu şirketine dört elle sarılır. Gecesini gündüzüne katar ve neyi varsa değerlendirir. Başarısız olursa onu neyin beklediğini iyi bilir: Yokluk ve sefalet.
Oğullar büyütür çünkü onlar babalarının kazandığını henüz görmektedirler ve yoksulluğu da bir ucundan yaşamışlardır. Bu sebeple onlar da babalar kadar olmasa da işlerine sarılırlar.
Torunlar ise batırır, çünkü onlar bu yokluğu, yoksulluğu ve dedelerinin yaşadığı dünyayı bilmezler, babalarının çektiği sıkıntıları da görmemişlerdir. Onlar varlık içinde büyümüş, yeni kültürlerle, yeni eğlencelerle tanışmış, yeni hazlar tatmışlardır. Hazlarının peşinde koşmaktan şirketi doğru düzgün yönetmeye ve geliştirmeye vakit ayıramazlar ve bin bir emek ve alın teriyle kurulmuş ve büyütülmüş olan şirketi tükenmeye mahkûm ederler.
Aynı şey ideolojiler, cemaatler ve davalar için de geçerlidir.
Bu yapıları kuranlar ömürlerini davalarına vakfederler, doğru bildiklerinin herkesçe bilinmesi için gece gündüz çalışır, aç kalır, uykusuz kalır ama davasız ve ideolojisiz kalamazlar. Gerekirse bu yolda can verirler.
Ancak onların takipçileri, ustalarının bıraktığı fikir ve dava mirasını hoyratça tüketirler.
Bir zamanlar davasının peşinde koşanların ardılları artık davayı değil nefislerini düşünmeye başlarlar. Eğlence ve hazzın dayanılmaz hafifliğine feda ederler fikirlerini, davalarını ve düşüncelerini...
Yakın tarihimiz bunun örnekleriyle doludur.
70'li yıllarda Ecevit sol siyasi arenada kudretli bir figürdü. Solun zenginlerini ve aydınlarını siyaset sahasına çekti. Milletvekili yaptı, bürokrat yaptı. Kısaca onları ülke yönetiminde söz sahibi hale getirdi.
Ama onlar bir şeyi ihmal ettiler. Ailelerini ve çocuklarını!
Çocuklarının ceplerine bol para koydular ve onları "özgürleştirdiler"!
Bu çocuklar özgürleştikçe sınırlarını zorlamaya başladılar. "Özgür hayat" geleceğin sermayesi olan gençleri değiştirdi.
Yeni ilişkilere girdiler, bambaşka ortamlarda nefes aldılar.
Kimlerden bahsediyoruz; dünkü solun çocuklarından ve gençlerinden. "Özgürlük" gücüyle liberalleşmeye başlayan gençlerden...
Ve yeni bir gençlik, "liberal gençlik" doğdu.
Modern dünya koşullarında tükenmek bilmez bir iştahtan gözleri kararmış şekilde at koşturmaya başlayan gençler.
"İnsan bu, hep daha çok ister." diyebilirsiniz ancak bundan sonra mesele garipleşiyor.
Bu liberalleşen gençler, yaşam biçimlerinin değişmesi ve kurdukları yeni ve karmaşık insan ilişkilerinden etkilenmeleri neticesinde ebeveynlerinin fikirlerinden uzaklaştılar ya da argo tabirle "light"laşmaya başladılar.
Yavaş yavaş kendi sol iktidarlarını eleştirmeye ve suçlamaya başladılar.
Ve gün geldi sol iktidarın çocukları, yani "liberalleşen gençler" babalarının iktidarını yıktılar ve sol artık sürekli kaybeder oldu bu ülkede.
"Yani, solun çocukları kendi babalarını batırdılar!"
Dünyaya tamah etmek böyledir, insan helvadan yaptığı putunu da yer!
Bakalım sağın üçüncü kuşağı bu vartadan kurtulabilecek mi?
Bizi biz yapan değerlerimizden vazgeçersek bu sosyolojik deformasyon bizim üzerimizde hiç şık durmaz.
Akif'in dizeleriyle bitirelim:
"Tarih tekerrür diye tarif ederler,
Hiç ibret alınsaydı tekerrür mü ederdi?"