Şerif Mardin'in Türkiye'ye uyarladığı çevre-merkez ikilemi, devlet yönetimindeki elit değişimine direnci ifade ediyor. Cumhuriyet'i kuran kadroların tahayyül ettikleri toplum modeliyle çevrenin kendiliği arasındaki ikilem...
Cumhuriyet tarihi boyunca devam eden bu ikilem ve mücadele, darbelere rağmen her daim çevrenin bir adım daha merkeze yaklaşmasıyla sonuçlanmıştır.
"Merkezin mukimlerine" göre bir bozulma, yozlaşma olan bu süreç, Demokrat Parti'nin iktidara gelmesiyle başlamıştır.
Halkın talep ve beklentilerinin siyasete taşınması Cumhuriyet'in siyasi seçkinleri için en büyük felaket olmuştur.
CHP'nin halkçılığı da zaten "halka rağmen halkçılık"tır.
Yani "Halkı kendi başına koyverirsen önünü alamazsın" halkçılığı...
Demokrat Parti ile başlayan süreç, eğitimsiz taşranın, eğitimli merkezi taciz etmesidir aslında ve 1961 Anayasası ile ihdas edilen anayasal kurumlar da kaçınılmaz olan bu süreci yavaşlatmak ve siyaset kurumunun halka fazlaca yüz vermesinin ya da halktan fazlaca yüz bulmasının önüne geçmek içindir.
Nitekim seçim dönemlerinde halka verilen vaatler, bu anayasal kurumlar sayesinde tutulamamıştır.
Bu yüzden siyaset hiçbir zaman güvenilen bir kurum olamamış; iktidar, siyaset kurumundan çok siyaset üzerindeki vesayet kurumlarında olduğu için de siyasetçiler ya asılmış, ya şapkasını alıp gitmiş, ya yüzüne anayasa kitapçığı fırlatılmış, ya boncuk boncuk terletilmiş ya da pijamayla karşılanmıştır...
Bu makus talihin değişmesine vesile olan ise dostu da düşmanı da takdir edecektir ki AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan'dır.
Önceki akşam Clubhouse'ta Etyen Mahçupyan'la yapılan bir söyleşiye denk geldim ve Mahçupyan gibi başka pek çok seküler-liberal aydının, muhafazakar medyada yer bulduğu, itibar gördüğü 28 Şubat dönemine gittim.
Nazlı Ilıcak, Ali Bayramoğlu, Nuray Mert, Kürşat Bumin, Etyen Mahçupyan... ilk aklıma gelenler bunlar...
Türkiye'nin sessiz çoğunluğunun "elinden tutmuş" kanaat önderleriydi bu isimler adeta.
Hatta Meclis'te Merve Kavakçı'ya, CHP-DSP vekilleri ve dönemin Başbakan'ı Bülent Ecevit tarafından "haddinin bildirildiği" o gün, Nazlı Ilıcak'ın ifa ettiği rol tam da böyle bir şeydi.
Dindar Muhafazakarlara ablalık-ağabeylik yaparak yeni bir vesayet ilişkisi kuruluyordu adeta.
Mahçupyan'a biri, "Siz gerçekten inandığınız için mi AK Parti'yi desteklediniz?" gibi bir soru sordu.
Mahçupyan'ın verdiği cevap bana kalırsa dindar muhafazakar kesim üzerinde Kemalist toplumcuların kurmaya çalıştığı vesayetten daha az üstenci değildi.
Özetlemeye çalışacağım bu bakış açısı sadece Mahçupyan'la sınırlı da değil. AK Parti'den ilk liberal kopuş dalgasından bu yana izini sürebiliriz bu üstenciliğin.
Özetle diyor ki Mahçupyan, Türkiye'nin büyük çoğunluğunu bu kesim oluşturuyor ve Türkiye'nin demokratikleşmesi muhafazakarların değişmesine bağlı. Bu yüzden AK Partililer her çağırdığında gitmiş, onlara akıl vermiş. Bir tür eğitici yani. Dindar muhafazakarları görücüye çıkartan, küresel elitlerle tanıştıran, küresel değerlerle barıştıran bir mürebbiye...
Şu anda Gelecek Parti'sindeki misyonunu da böyle görüyor.
Diyorum ki ben de; toplumun çoğunluğunu terbiye edilmesi ve değiştirilmesi gereken bir yığın olarak gören bu bakış açısıdır asıl sorunlu olan.
Toplumun terbiye edilmesi gerektiğini düşünen bu kibir, Cumhuriyet'in Kemalist kadrolarında daha kaba saba haliyle vardı, küresel liberalizmi kıble edinmiş bu kanaat önderi elitlerde ise daha sofistike şekilde tezahür ediyor.
Son tahlilde muhafazakar toplum, terbiye edilmesi, küreselleştirilmesi -örneğin LGBT'yi içselleştirmesi- gereken 'az gelişmiş' bir kitle olarak görülüyor.