- Spontane kelimesi, Fransızca kökenli bir sözcüktür. TDK bu kelimenin anlamı için "anlık" ve "kendiliğinden" şeklinde iki tanım vermektedir. -
İzmir'de taksicilik yapan Oğuz Erge, geçen gece feci şekilde katledildi. Soğukta üşümesin diye aracına aldığı bir genç tarafından haince vuruldu. Allah rahmet eylesin, büyük acı. Üstelik eşi kanser tedavisi görüyormuş, iğneyle kuyu kazan bir baba anlayacağınız. Çalışması gerekmese kim o saatte taksicilik yapar?..
Katil, cinayetin ardından Oğuz Bey'in cebindekileri, torpido gözündekileri, müşterilerden kuruş kuruş topladığı birkaç parayı toplayıp, inleyerek yana yığılan taksiciye bir de tokat atarak, gözden kayboldu... Sırtından vurup, soyduğu adam inlerken, utanmadan; "öyle her gördüğüne güvenmeyeceksin" sözünü sarf etti...
O videoyu gördüğümden andan itibaren bu kalleşçe sarf edilmiş söz, beynimde dönüyor... "Öyle her gördüğüne güvenmeyeceksin"...
Katil, sorgulanırken, aslında cinayeti planlamadığını, spontane işlediğini söylemiş... Yani, bir anda kendiliğinden öldürüvermiş, kendisini gece ayazında arabaya aldıktan sonra gülümseyerek, şaka yaparak konuşan taksiciyi, aniden öldürmek gelmiş aklına...
Ne kadar pis bir hayattır bu!
Çevremizde dolanıp duran...
İçimizden dışımıza, dışımızdan içeri girip duran şu hava, şu hayat...
Ağırlığını, bataklığını, saldığı korkuyu, farkında mıyız?
Hemen bir tartışma başladı ardından, iyilik öldü diyenlerle, yok iyilik ölmedi diyenler arasında...
Ne biliyoruz, iyilik ile kötülük hakkında? Gerçekten ne biliyoruz? Bildiğimiz, aslında bize boca edilen, hep büyük hikâyeler var. Savaşlar, soykırımlar, siyasetler, seçimler, partiler, kolej sınavları, üniversite sınavları, iklim krizi, bankalar, döviz fiyatları, obezite, uzay, benzin fiyatları, birbirini aldatanlar, birbirini kandıranlar, TV dizileri, sosyal medya... Bunlarla çevrilmiş profesyonel bir hayatın, gürül gürül coşkusu arasında, bizim küçük işlere ayıracak hiç vaktimiz yok...
Küçük iş ne?
Dünyada iyiliğin mi yoksa kötülüğün mü galip olduğu hakkında durup düşünmek...
Ahlaki bir yozlaşmanın, insani yabancılaşmanın girdabı içinde çevrildiğimizi kimse ya fark etmiyor ya ciddiye almıyor. Çünkü büyük işlerimiz var bizim... Ahlaki çöküntü, insani yabancılaşma gibi konulara ayıracak vaktimiz yok. Okullarımızda bile seçmeli derstir 'ahlak', o kadar.
Sosyal medyada, işçi-emekçi ölümlerini takip eden bir hesap var. Hemen her gün vefat eden genç bir emekçi kardeşimiz hakkında, kısacık bir malumat. Hepsi de helal bir dilim ekmek peşinde, pervaneler gibi yaşadıkları hayatın içinde, bir yanıp bir sönüveriyorlar. Hani Yunus Emre söyler ya: "Bir garip öldü diyeler, üç gün sonra duyalar..." Bunlar sesi çıkmayan ölümler, bunlar haberdar olmadığımız hayatlar...
Yıllar önce Rasim Özdenören'in "Çok Sesli Bir Ölüm" adlı kitabını okurken, hasta bir baba ile oğlunun çıktığı uzun ve yalnız ölüm yolculuğunun, aslında çok sessiz olduğu halde, yazar tarafından niçin çok sesli olarak adlandırıldığını düşünmüştüm... Düşünüyorum da; Rasim Ağabey, aslında çok sessizce gerçekleşen ve hiç işitilmeyen bu yalnızlıkları, bu gariplikleri, sesli hale getirmek istiyordu.
Rasim Özdenören yazınının neşet ettiği sosyal gerçekçilik, bizim tuttuğumuz hayat yolunun da politik yolun da sanat duruşunun da özüydü aslında.
Bizim geldiğimiz düşünsel yol; garibin, yalnızın, çıkış yolu arayanın, sesi çıkamayanın yanında duran bir yoldu her zaman...