Hasetlik hasadı...

Bu sefer hesabı bize yazıyorum. Hesap defteriniz, içinde bulaşık süngeri sipariş edilen bir alışveriş listesine dönmesin diye yazıyorum.

Hesap defteri, kendi yüzünüze nasıl bakacağınızın el kitabıdır aslında. Defter dediğime bakmayın.

Uzatma kablosuna gerek kalmadan direk fişe takacağım yazılardan bir tanesi.

Birbirinizin başarısında mutlu olun çünkü peygamberimiz de öyleydi.

Hasetlik ahkamı kesip hasat mevsimini beklemeyin çünkü peygamberimiz hasetliğin ruhu ne denli kemirdiğini ashabına çok güzel anlatandı.

Size koltuk verildiğinde geldiğiniz yeri unutmayın çünkü kaderinizde geldiğiniz yerin taburesine oturmak zorunda kalışınız yazıyor olabilir.

Sıvacı olmayın sıvacı, özür iyi kombinlendiğinde çok şık bir insan elbisesine dönüşebilir.

Kırdıklarınızın üzerine gideceğinize hataların üzerine yürüyün adamlık böyle bir şey olabilir.

Öyle kırık pencereli de olsa viranemize eteklik kumaşlardan giysiler dikip yaşıyorduk. Hepimiz “bize bir şey olmazlarla” rütbeli gamsız.

Hepimiz bencillik şatomuzda damsız.

Hepimiz, bir başkasının hayal kırıklığı olmuş merhamet çölümüzde sanki bir haltmışız gibi debeleniyorduk.

Planlarımız vardı tatil köyümüzde bütün patatesler bize kızaracaktı, üç beş araziye heves güdüp öyle dikmeye çalıştığımız taşlarla gurur duyacaktık.

El âlemdi bizim jürimiz.

Üç evet alacaktık riyamıza ki şu dünyada finale kalmak gibi zırva hayallerimiz vardı.

Alınacak intikamımız, yakılacak köprülerimiz, kapak olsun suda beklettiğimiz cümlelerimiz vardı.

Biz başkalarının gözünü alsın diye şıklaştırdığımız hayatımızın sefili olduk.

Zor biriktirip kolay harcadığımız dostlarımızla aramıza koyduğumuz riya mesafesi, sosyal mesafemiz için de zaten bir fragmandı.

Top top ipekli kumaşlar kestirip o telaşın içinde ışıltılı goller atmak, koşuşturmak, çocuklarımıza, alışveriş merkezlerindeki vitrinlerden daha az sarılmak gibi önemli gündemlerimiz, koşu bantlarını daha fazla ileri sarıp daha az incelteceğimiz kabalıklarımız vardı.

Laf yetiştirmek de muazzam konforlu, oturduğumuz yerde renk renk desen desen örümcek ağıydık.

Böyle sıkışıp sıkışıp, göğü de üstümüze alçaltıp azıcık kâr fazlasıyla Güneş beklerken bir sabah uyandık ki, korkumuzu hangi panikle kombinleyeceğimizi düşünüyoruz. Haydaaa!

Ölüm “Eyvah”larımızın galerisiydi.

Bizi kendimize getirmek için hangi duraktan taksi söylememiz gerektiğini anlamış olduk mu?

Diğerkâm olup kendi inzivasının dervişi olmuşlar kazanacak.

Peki, başka neleri gördük? En yakınımızda havlayanların uzaktan bile eğitilemeyeceğini gördük.

Safları şık tutmaya çalıştığımız için tevazu bize rüküş geldi. Kibri, kat kat giyindiğimiz için adamlık üşüttü bizi. Konforun sıcağında terlediğimiz için alın teri, elimizin kiri oldu. Birbirimize sahip çıkmayı değil birbirimizin sahibi olmayı tercih ettik.

Enaniyet, ortaya konan nimetin iri kıyım tarafını sevdirdi bize. Şeytanın yürüyen ofisi olmak, bir tabutla servis edileceğimiz toprağı unutturdu hepimize.

Ahkam kasabı olduk, ince ince doğruyoruz ama tatmadan tattırmayı seviyoruz nedense.

Aynanın karşına geçip “kendini ne zannediyorsun” diye sormadığımız her gün başkasının ekranında zanlı yayın yapmaya başlıyoruz. Ki Hakikat zan etmez, bilir.

Kibir malzemeden çalan ve insanın ayağıyla beraber ruhunu da yerden kesen kötü bir müteahhittir demiştim.

Vaat eder adamlığınızı inşaat halinde bırakır ve sizi pırıltılı taşlar içine istifleyip kaçar.

Alçağız çok alçak! İnsan kadar yerin dibine çalışan varlık yok. Bunu niye söylüyorum. Çukurlardan çukurlara seyahat halinde olduğumuz için söylüyorum...

İnsan (!) Hürmet görmek istiyor, pervane istiyor etrafında ki virane olduğu perdelensin.

İşte makamların oyun hamuru olduğunu unutan su ve toprak karışımı çamurun geldiği durak bu.

İnecek var mı?

Yok galiba.