Müslüman dünyasındaki bayraklar da keşke tarihî bir sembol olarak ortak işaretleri taşısalar...

- Bursa'dan Süleyman Dinçer isimli okuyucu diyor ki: "Şimdi, Filistin için 2 devletli çözüm deniliyor. Siyonist İsrail rejimi, buna yaklaşmayacağını defalarca gösterdi. Netanyahu da, '1993'lerde imzalanan Oslo Andlaşması'nın uygulamaya konulmaması için yaptığım çalışmaların başarılı olmasından memnunum." diyor.

Bir de şu var.

Eskiden etnik semboller diye ulusal bayraklara karşı çıkardık. Şimdi ise, hepimiz Filistin bayrağı diye 4 renkli bir bayrak taşır olduk. Neyi sembolize ediyor, bilmiyorum. Hristiyan ülkelerin pek çoğunun bayraklarında 'HAÇ' işaretleri var. İsrail rejimi de kendisine 75 sene öncelerde, Mühr-i Süleyman veya Davud Yıldızı denilen bir işareti sembol olarak seçmişler.

Müslüman ülkeler de kendi halklarının aslî inançlarını yansıtan bir ortak işarete yer verseler bayraklarında diyorum. Yanlış mı düşünüyorum?

*Bu kardeşimize cevaben, belirtelim ki, Bosna Faciası sonrasında, 25 sene öncelerde, Amerikan dayatmasıyla imzalanan Dyton Andlaşması sonrasında, Bosna parçalanıp bir küçük devlet oluşturulduğunda, bayraklarında bir 'Hilâl'e de yer vermişlerdi. Ama Dyton Andlaşması'na göre tesis olunan devletleri gözetlemekle yetkili BM Yüksek Komiseri, 'Hilâl'e müsaade etmemiş ve onun yerine paralel çizgi çekilmiş bir bayrağı kabul ettirmişti.

Ancak bu vesile ile Müslüman dünyasındaki bayraklara da bakalım. Bugünkü bayrak asırlarca, Osmanlı'nın bayrağı idi. Ve Osmanlı halklarının tamamı onu öyle biliyorlardı. Nitekim o anlayış, bazı ülkelerin bayraklarına da yansıtılmıştır. Mesela, Cezayir, Tunus, Libya, Pakistan gibi ülkelerin halkları farklı etnisitelere dayansa bile, renkleri farklı olsa da, Türkiye'deki bayrağın 'hilâl' ve yıldızı bile aynen alınmıştır. Ama ne yazık ki Ortadoğu'daki yığınla Arab rejimlerinin bayraklarında bir 'hilâl' sembolüne İngiliz emperyalizmi yer verdirmemiştir. Hâlbuki okuyucunun da belirttiği gibi, halkı Hristiyan olan devletlerden HAÇ işaretine yer vermeyen ülkeler pek azdır.

- İstanbul'dan Safiye Yolaçan isimli okuyucu diyor ki: "Husîler denilen Yemenli bir grup gündemde. Medyada yazıldığına göre, bu taife, bir liderin soyadı Husî imiş, o kişinin tarafdarları da, Husîler diye isimlendiriliyorlarmış. Doğru mu?"

*Yok kardeşim. Yanlış bir bilgilendirme. Hus, Yemen'de sarp, yalçın ve aşılması kolay olmayan bir bölgenin adıdır. Yüzbinlerce mensubu olan büyük bir kabilenin yaşadığı bir bölge. Husî, 'Hus'lu' demek olur, Husîler de işte o kabileden. Çok savaşçı, itaat etmeyen, itaat altına girmek istemeyen bir kabile geleneği vardır ve Osmanlı zamanında da Yemen İsyanları başlı başına büyük bir fasıldır. Tarihçi Prof. İhsan Süreyya Sırma Hoca'nın 40 yıl öncelerde 'Osmanlı'da Yemen İsyanları' üzerine bir araştırması kitab halinde yayınlanmıştı.

Bizde, 'Burası Muş'tur, yolu yokuştur, giden gelmiyor aceb ne iştir' diye bir asker türküsü vardır ya, oradaki Muş değil, Hus'tur. Kaldı ki, Muş şehri de bir ova şehridir. Yani, o türkünün aslı, 'Burası Hus'tur, yolu yokuştur, giden gelmiyor, aceb ne iştir.' şeklindedir.

Kızıldeniz'le Hind Okyanusu arasındaki boğaz olan ve dünya deniz ticaretinin yüzde 15'inin yapıldığı Bâb-ül'Mendeb Boğazı etrafında etkili olan Husîler, evet, belki füzelerle vurulabilirler, ama onların etkinliklerinin tamamen kırılması kolay değildir.

Husîler genel olarak Zeydî mezhebindendiler. Zeydîlik, İslam'ın Şiî yorumunda, 5 İmam mezhebindendiler.

Zeydîlerin Ehl-i Sünnet mezheblerinden ayrıldıkları fazla bir nokta yoktu. Ancak, son zamanlarda Zeydîlerin liderinin, İran'da hâkim olan '12 İmam Mezhebi'ne geçtiğini söylediği ve böylece büyük destek elde ettiği söylenmektedir. İran'ın da onları desteklediği gizlenmiyor.

- Adapazarı'ndan İsmail Tuğrul ise özetle şöyle yazıyor: "İran ve Pakistan'ın karşılıklı olarak ve başlattığı saldırıya misillemede bulunmasını, iki tarafın da karşı tarafa geçen muhaliflerinin vurulması diye izah ettiniz."

*Muhterem kardeşim, illâ da o sürtüşmeyi büyütmem mi gerekirdi? Emperyalistler istiyorlar ki, bütün Müslüman halklar birbirleriyle boğuşsun. Biz de tam tersine, ihtilafları veya yanlış anlamaları gidermek için çaba harcamalı değil miyiz?

- Çorum'dan Sâlim Yiğit isimli okuyucu da şöyle diyor: "Bu memlekette sanki 50-60 bin insanı bir anda hayattan çekip alan ve ülkenin 7'de birini, 15 milyonunu bir anda normal sosyal hayatın dışına atan ve ekonomiyi de devre dışı bırakan bir deprem, henüz 1 yıl öncelerde olmamış gibi... Hele de büyük şehirlerde. Sık sık Ankara, İstanbul'a ve Antakya, Malatya, Maraş, Adıyaman gibi deprem bölgelerine gidiyorum, işim gereği... Deprem bölgelerinde, evet, devlet hemen her tarafa yetişmiş, yaraları dindirmeye çalışıyor ve çadırda yaşayanlar kalmamış. Evler tamamlanmak üzere. Konteynersiz kimse yok. Ama ekonomik hâlâ eski haline dönmekten çok uzak. Emin olunuz ki, Ankara ve İstanbul'un zengin kesimleri kendilerini ve iştahlarını sınırlandırmayı bilmiyorlar. İnsanlar bizim Çorum'daki ve benzer Anadolu şehirlerindeki orta halli insanlar gibi yaşasalar, sosyal hayat rahatlar. Büyük şehirlere bakıyorum, bütün hayat, yeme-içme üzerine kurulu. İnsanlar âdeta açlıktan ölecekmiş gibi, öyle bir iştahla yiyip içiyorlar ki. Bir savaş çıksa, o zaman, Gazze'de yaşananlarla bizi toplumumuz da karşılaşacak olsa, o korkunç sahnelere hazır mıyız?"